21.11.16

Muhabbet-i İlâhiye...


  • Felek mest, 
  • melek mest, 
  • nücum mest, 
  • semavat mest, 
  • şems mest, 
  • kamer mest, 
  • zemin mest, 
  • anasır mest, 
  • nebat mest, 
  • şecer mest, 
  • beşer mest, 
  • seraser zîhayatt mest, 
  • heme zerrat-ı mevcudat beraber mest, der mestest..

"Yâni; Muhabbet-i İlâhiye’nin tecelisinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istîdadına göre mestdir.

Malûmdur ki; her kalp, kendine ihsan edeni sever ve hakikî kemale muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur.

Kendiyle beraber sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni daha pek çok sever.

Acaba -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemâlin medarı olan binbir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbûb-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, O’nun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”


Sözler

13.11.16

İlimlerin şâhı ve padişahı,

“Temelleri yıptarılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"
"İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı  imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir. İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah'a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir.”


Sözler / Konferans 

10.11.16

Küçük bir sohbet..

Esselâmu Aleyküm Ve Rahmetüllâhu Ve Berekâtuhu

Değerli Dostlar Merhaba;

İ’lem eyyühe’l-aziz! Misafir olan bir kimse, seferinde çok yerlere, menzillere uğrar. Uğradığı her yerin âdetleri ve şartları ayrı ayrı olur. Kezalik, Allah’ın yolunda sülûk eden zat çok makamlara, mertebelere, hallere, perdelere rastgelir ki, bunların da her birisi için kendine mahsus şartlar ve vaziyetler vardır….diye devam eder Bediüzzaman..

Din nasihattır diye buyurur Hazreti Muhammed S.A.S..

Gerçek âkıl sahipleri lehinde olanı ve olmayanı bir birinden ayıran bir görüşe sahip olular..Kısa hayat yolculuğunu anlamlı geçirebilmek gibi bir gayeyi benimserler..ağır yüklerinden kurtulmak için kendilerine fayda verecek olan önerilere ve yol gösterimlerine karşı ayak diremezler..

Çünkü kimse layemut değildir..bunu bilir,hayatlarına sonsuz değer kazandıracak pratik şeylere talip olurlar.
Yine dünya hayatının bir imtihan olduğunu idrak edenler..her önüne gelen soruya cevap her şıkka bir kabul işareti koymazlar.

Kendilerini tanımayı, davranışları ile sebep sonuç ilişkisini, kazanıp kaybetme meselesini önemserler. Yine olur olmaz şeylerin kalplerine girmesine izin vermezler.

Manzarayı okumak için müteyakkız ve uyanık davranırlar..vicdanlarının ebed sesini işitip..Rableri ve sınanmaları gerçeğinde hüznü zanlarını bozmazlar…

Derlerin geçiciliği,zevklerin zevali,var olmanın mutlak bir hedefi,gelip gitmenin yaşamaktan var olan isteği,dünyanın ve içindekilerin mütemadiyen halden hale girmesi,yıldızlardan gezegenlere,mikroplardan balinalara kadar bir mana ve devranın döngüsüne kulak kabartır..ve uyumlu ve ahenkli bir vazıyet alırlar.
Özel istekleri ile değil ,kendilerinden istenilenler ile barışırlar..bozgunculuk yapmazlar..tahrip etmek için zaaf ve fırsat aramazlar..sırlarını ortalığa saçmazlar..düşmanlarını sevindirecek haller takınmazlar…

Ömür sermayesi ile yaptıkları ticareti gözden geçirirler..hatalarında ısrar etmezler…Vaki olan hakikatlere insaf nazarı ile bakıp,ihtimallerden neşet eden yorumların olasılıklarına kendilerini kaptırıp fikri midelerini bulundurmazlar..

Vefalı olurlar..kadirşinas olurlar..nezaket sahibidirler…

İnsan bazen aldanır..doğru gidişinin önüne bir çok maniler çıkabilir.Muhtelif gerekçelerin vehmi örtüsü muhakemeyi örtebilir..konuşacak bir çok sözcük ağzına tıka basa dolabilir..ve insan içinde ne varsa onu rast geldiği yerde kusabilir.

El ne var diye baktığında ise kendine karşı samimi olursa koca hiçliği,ruh sıkıntısını,zihni daralmayı,başarısızlığı ve istikrarsızlığı gayet net görebilir ..hatasında ısrar etmeme zarafetini gösterip,tekrar ayağa kalkabilme dirayetini bulabilir.

Ancak uyku devam ediyorsa,öfke büyür..izan gözüne kan bürür..hiç bir şeyi değerlendiremeyecek bir hale giriftar olur..

Unutmamalı ki; hakikatten hakkını isyan değil insan alır…

Din ve teklif muhatabı olan insana ;iman,ibadet ve rıza denkleminde be sabır ,sebat,şükür,istikamet ,dua vb bileşenleri ile huzur ve güven halini verir..Çelişki marifet ile yerini emniyete bırakır.
Eğer insan mutlu değilse bir şeyler ter gidiyordur.
İnancı ona yetmiyor ve önünü göremiyorsa bir şeyler eksiktir.
Hep ben kaygısı ve çıkar koruma eğilimi varsa istifade defterindeki notlar yerli değildir.
Ruhunu doğruluk, haklılık kisvesi ile istila eden erdem gulyabanisi, fiilin ve fikrin ameli nihayeti ile kucağına yalnızlık bırakıyorsa, bir ölçme biçme hatası kaçınılmazdır.

Kişi aslından belki hayat bulduğu yerden uzaklaştığında, kurda kuşa yem olur hadisesi bir gerçektir. Cephe değiştiren insanlar hamisiz kalırlar.

Peşin hükümlülük haddi zatında bir felakettir.İnsan kendi çocuğunu işlediği bir suça inanmamak için elinden geleni yapar..kendisini etkileyecek şeylerin riskinden çekinir..iyi niyet beslemeye gayret eder..ancak tüm hayatını subliminal etkileyecek şeytani telkin stratejisine kendini açık hale getirmekten çekinmez…
Yanlış anlamak,istediği gibi kavramak ,görmek istediği gibi görmek de başka bir kırılgan noktadır….vs vs vs…

Değerli dostlar aslında insanın tüm girdiği menzillerdeki mücadelesi iki ayaklı bir mücadeleden başka bir ey değildir.

Bir ayağı..Allah’ı ve icraatlarını ve kurduğu ve işlettirdiği bu düzenden razı mısın?Sana temas eden tüm olumsuzluklara ve akıbetlere rağmen onun ilahlığını garazsız bir hüsnü kabul ile kabul ediyor musun..yarattığı bu alemi,harekete geçirdiği sitemi,ilan ettiği irade eve hakimiyetini,yaratma fiili ile gösterdiği sanat,ilim kudret gibi halıkıyetine karşı amenna diyebiliyor musun… gibi durumlara samimi cevap verebilmektir.

Diğer ayağı ise ;belki soru atfı aynı görünen ancak ruha nüfuz edecek bir cevabı olmayan,lafzı benzeşmelerin oyalamasında akim felsefi bir cidal nevidir.

Bu ikinci ayağı canlı tutan,birinci ayaktaki tatminsizliktir.Bu kabul soruları ve sorunlarının önünde muhatabın bir istekliliği veya farkındalığı söz konusu değilse,kâr zannettiği bir zarar içerisindedir.

Değerli Dostlar..okumakta ve okunmasında ısrar ettiğimiz,Nur Risaleleri bize yaratıcımızı tanıtan,görüş açımızı genişlendiren,Rabbimizin rububiyeti noktasında ,her şey güzeldir deyip onu isbat eden,görünen çirkinliklerin güzellikleri göstermek için var edilmiş izafi çirkinlikler olduğu isbat eden..dünya menzilini ebedi hayat mezili ile bağlayan..necisin nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun diye en müşkül soruların cevabını veren..Rabbimizin bizden istediği nedir,nasıl bir şuur,huzur ve kulluk beklediğini gösterip,ona itaat etme meylini oluşmasına önemli sebep olan ve mukabele etmeyi,şükretmeyi sevdiren eserledir.
Risale-i Nur okumakla..inandığımızı söylediğimiz şeylerin hakikatleri ortaya çıkar..isim ve sıfat ve şuunatı ile Rabbimizin marifetine yaklaşırız..Onu severiz ve sevildiğimizi hissederiz…
Peygamberimizin hakikati ile ilgili bilgi ve sünnetine uymak noktasında hisse sahip oluruz…
Her an Allah’ın sevdiği şeyleri yapmak için içimizde bir duygu bulur,Peygamberimizin yolundan gitmek için isteklilikle dolarız..
Çünkü Rabbimiz kullarının ;
Kendisinden söz etmesini,
Ona şükretmesini,
Yarattıklarını tefekkür etmesini,
Namaz kılmasını,
Onun rızası için oruç tutulmasını,
İmkanlar nisbetinde,hac ve zekat emirlerinin uygulanmasını,
Bozgunculuk yapılmamasını,
Fitne çıkartılmamasını,
Suz-i zanda bulunulmamasını,
Kendisine dönüleceğinin bilinmesini,
Hesap verileceğini idrak etmesini,
Kendisi ve dini için mücadele edilmesi gibi şeyleri istemektedir.
Elbette bu isteklerin amacı,hedefi neticesi ilahi bir planın içerisindedir.Elbette bu isteklerin muhataplarında şuur olması ve bilerek itaat etmesi bu emrin karşılık bulmasının gereğidir. Malumaliniz aklı olmayanlar mes'ul değillerdir.Demek aklı olanlar mes'uldür ve bu mes'uliyet bağlamında akıllarını bu istekler doğrultusunda kullanmak zorundadırlar..

Yoksa haşa Allah’a kendi var ettiği dini öğretmek hamakatinde bulunmak intihardır.

Güya onun  bilinmek ve itaat edilmek amacının dışında bir gayesi var mış gibi algılamak..bu algıyla içtihatlar yapmak..ortalığı kan gölüne çevirmek İslâma yapılmış bir cinayettir.Aldanmışlıktır..yanlış anlamaktır…Ukalalıktır…

Risale-i nur iman tevhid, haşir ve nübüvvet denkleminde hizmet eden eserlerdir. Allah rızası dışında hiçbir gayeyi hedef edinmemiştir. Kendisi ile yapılacak insaflı mütalaa tüm nazik sorulara cevap verecek kabiliyettedir… Fakat garaz, kin, öfke, tekzip, küçük görme, basite alma, alaycı yaklaşmaya cevap vermeye tenezzül etmemektedir. Çünkü gayesi yüksektir…

O’nun hakikate müşteri olmayana verecek bir şeyi yoktur..istemeyene karşı yeterli değildir..talip olmayana eksiktir..adavet eden için çelişkiler doludur..onu önemli görmeyen için değersizdir..insafsız nazarla yaklaşan için hatalar doludur…Baştan sona kusurludur..okunmaması lazımdır…

Değerli dostlar;

Nurları anlamak ve yaşamak için iki önemli esas vardır..
Birisi:Masanın bu tarafına oturmaktır..
Diğeri:Asla vazgeçmemektir..

Yaratılan tüm mevcudat kendilerine koyulan program ve istidat ile hayat başlarına ne açarsa açsın hiç vazgeçmezler. Çekirdek çatlamaktan, yaprak sararmaktan, sel akmaktan, güneş çıkmaktan, filiz sürgün vermekten, doğmak ve ölmekten ne pahasına olursa olsun vazgeçmezler. Onları anlamlı kılan ve onlardan anlam mahsulü alan hakikat budur.

Allah Resulü  A.S.M vazgeçmemiştir..Sahabeleri vazgeçmemiştir…Bediüzzaman vazgeçmemiştir..İmamı Gazali vazgeçmemiştir..İmamı Azam vazgeçmemiştir..Abdülkadir Geylani vazgeçmemiştir..nur talebeleri  Bediüzzaman’ın tabiriyle,yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde vazgeçmemişledir. Sizde ne olursa olsun vazgeçmeyenlerden vazgeçmeyin..vazgeçmenizi söyleyenler ,vazgeçenlerden başkaları değildir.Çünkü bu vazgeçişi  hazmetmenin başka yolu yoktur.

Evet dostlar..imtihan her yerdedir..her an devam eder..Kazanıp kazanmadığımızı anlamak için ..yukarı dada değindiğimiz gibi..bir elimize bir de kalbimizde ne var diye bakacağız…

Eğer fikrimiz,Rabbimizin bizden ne istediği ile meşgul değil,hareketlerimiz onu razı etmek üzere değilse..sadece konuşuyor bir kalıcı sonuç elde edemiyor bir visal coşkusu taşıyamıyorsak ..mutlu değilsek,bir güven hissetmiyorsak,endişe içinde günlerimiz geçiyorsa,ne yapacağımızı bilmiyor bir hedefimiz yoksa,insanlar bizden uzaklaşıyor sevgisizlik hissediyor ,yalnızlaşıyorsak,dostlarımız kayboluyor ve biz sürekli mazeretler üretiyor birilerini suçluyorsak bir şeyleri tekrar değerlendirmek (istersek) acil ve kaçınılmazdır….

Selam ve dua

..



7.11.16

Kat’iyen bil ki,

Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi,iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.

Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz.Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra,esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.

Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder?

İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur…


Risale-i Nur / Mektubat

26.10.16

EBCED, HEVVEZ, HUTTİ VE RASTGELELİK

Hazırlanmış bir sofranın üzerinde, sözgelişi, 10 çatal, 10 kaşık, 10 tabak gördüğümüzde, bu sofraya 10 kişinin oturacağını yüzde yüze yakın, kesin bilgi ifade eden bir tahmin yürütürüz. Çünkü kesin bilgi edinme yollarının başında gelen, vahiy kaynağının dışında, gözle görülen husustur. Semavî kimliği belli olan Kur’an sofrasında serilen ve akla hitabeden tevafuklar, söz konusu misalden çok daha açıktır. Ve buraya davet edilen hikmet misafirlerini, birer ilâhî işaret olarak kabul etmek gerekir. 
Yine, bir ifadenin içerisinde yer alan kelimelerin diziliş şekilleri ve harfleri, o ifadenin anlamına ne kadar yakınsa, münasebet ipçikleriyle ne kadar  bir örgü kurabiliyorsa, o ifadenin ulvileşmesine o ölçüde katkı sağlar. Bu husus, Belağat ilminin önemli bir kaidesidir.  İşte, Kur’an’ın kelime ve harflerinde değişik şekilde görülen tevafuklar, doğru olarak gösterilebildiği ölçüde, birer belağat ve birer edebî sanatı ifade ettikleri gibi, aynı zamanda gaybî haberler veren birer işaret lambaları görevini görürler.
Ebced hesabının menşei hakkında farklı rivâyetler vardır. İslâm öncesinde 22 harften meydana gelen ve “Ebced, Hevvez, Hutti, Kelemen, Sa’fez, Kareşet” kelimelerinin sayısı olan altı rakamı gözönünde bulundurularak, Medyen hükümdarlarından altı kişinin adı, İlâhî isimlerin altı anahtarı, hafta günlerinin adı v.s. gibi kesin bilgiyi ifade etmeyen değişik rivayetler sözkonusu edilmiştir.    Tâhirü’l-Mevlevî’ye göre, Arap ebcedinin İbranî ve Arâmî alfabesinden alındığına şüphe yoktur.  Nitekim Arap edebiyatının ünlü isimlerinden Müberred ve Sîrâfî gibi âlimlere göre de Arap ebcedi, yabancı menşe’lidir.
Ebced düzenini, ‘Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi ‘ şeklinde tarif eden Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisinin verdiği bilgiler de,  bu sistemin, İbrânîce ve Ârâmîce’nin de etkisiyle Nabatîce’den Arapçaya geçmiş bulunduğu ve Hz.Peygamber devrinde de olduğu gibi kullanıldığı şeklindedir.
Keşfu’z-Zünûn’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan mânevî ilimlerde derinleşen simalar için bir çok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz.Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyte tevârüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivâyetlere işaret eden Katip Çelebi,“Bu ilme, ancak âhirzamanda gelecek olan Hz.Mehdî, hakkıyle vâkıf olur” diyen bazı âlimlerin görüşlerine de yer vermiştir.
Bazı oryantalistler tarafından tertip edilen ve Mısır’da tercüme edilerek neşredilen “Dairetü’l-Mearifi’l-İslâmiyye”de belirtildiğine göre, harflerin, rakamlara delâlet etmek üzere kullanılma geleneği, İbrânî ve Arâmîlerde de vardı. Hemze’den, kaf’a kadar olan harflerin, birden yüze, son dokuz harf de 200’den 1000’e kadar rakamlara delalet ediyordu.
Kur’an’da Ebced hesabının  varlığını kabul eden Ebu’l-Aliye gibi alimlerin görüşlerine yer veren Kadı Beydâvî, onların dayandıkları Ebcedle ilgili meşhur hadisi kabul etmiştir. Ancak Hz.Peygamber’in onlara karşı gösterdiği  davranışın, onların söylediklerini kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini aksine onlara karşı gösterdiği tebessümü, onların cehaletine karşı bir tepki olabileceğini vurgulamıştır. Bununla beraber, Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul edenlerin, kabul gerekçelerini şöyle özetlemiştir: “Her ne kadar ebced hesabı, yabancı kaynaklıdır, fakat, Araplar dahil insanlar arasında, o kadar meşhur bir yere sahip olmuştur ki, âdetâ, yabancı kökenli olan mişkât, siccîl, kıstas kelimeleri gibi artık Arapçalaşmıştır. Onun için onun göstereceği delâletler, diğer Arapça ifadeler gibi makbuldur.”
İbn Aşûr gibi bazı âlimlerin bildirdiğine göre, ebced hesabı, kadim zamandan beri kullanılagelen bir sistemdir. Hz.Davud’un kitabındaki bazı neşideler bu hesabın simgelerini taşıyor. Yine Romalıların bu sistemle rakamlar kullandıkları bilinmektedir. Bu sistemin Araplara, Romalılar veyahut Yahûdiler tarafından geçtiği tahmin edilmektedir.  İbn Aşûr, mukattaat harfleri ve ebcedle ilgili rivâyet edilen hadîsi anlatırken “Hz.Peygamber’in onlara karşı diğer bazı harfleri zikretmesi O’nun bu harfleri ümmetin ömrü için birer işaret kabul ettiği anlamına gelmez.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır. Ancak kendisi, hadîsin sıhhati konusunda bir şey söylemediği gibi, ebced hesabını inkâr ettiğini gösteren bir ifadesi de sözkonusu değildir.
Hâkim‘in Müstedrek adlı hadis kitabının tahkikli neşrini gerçekleştiren Yusuf Abdurrahman Maraşlı, söz konusu kitap için hazırladığı fihristin mukaddemesinde “ebced” konusuna da değinmiştir. O’na göre, İslâm öncesi dönemlerde Yahudî ve Hristiyanlar tarafından kullanılan ebced sistemi, İslâm’ın zuhûrundan itibaren yaklaşık bir asır kadar eserlerin tertibinde kullanılmış daha sonra terkedilmiştir. Fakat, “ebced hesabı”, bir matemetik sistem olarak, tarih boyunca kullanılmaya devam etmiştir.  Daha önce 22 harfden oluşmuş bu sisteme müslümanların işi ele almaları ile, peltek se, hı, zel, dad, zı, ğayın” harfleri ilave edilmiş ve sayı 28’e ulaştırılmıştır.
Muhammed Hamidullah’ın görüşü de şu merkezdedir: Ayın 28 menzili gibi, Arap alfabesi de 28 tanedir. Bunların her biri 1’den 1000’e kadar rakamları ifade eder. Sûre başlarında bulunan hece harfleri ise 14 tane olup yüksek mânâlar ifade etmektedir.
Güzel bir tevafuktur ki, Ebced sisteminin asıl adı olan “Ebû câd”kelimesinin matematik değeri, 17’dir.  İslamın ortaya çıktığı sırada, Mekke’de yazı bilenlerin sayısı da 17’dir.

20.10.16

Duaya Ulaşmak

Dua tam bir ibadettir..Hz Muhammed Aleyhisselatu vesselam…

Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir.(kulluğun büyük sırrı)

Belki ubûdiyetin ruhu (Allah’a CC kulluğun,hayat kaynağı,cevheri,canı) hükmündedir.Bediüzzaman

Duanın şe’ni,(özelliği) terdad ile takrirdir.(tekrar ile sağlamlaştırma) Bediüzzaman
........
Allah’a CC verine fıtraten verilen misaka sadık kalmak uzun soluklu ve daimi bir durum, hayatlı bir daire, titiz yaşanılacak bir ömür çizgisidir.
İbadet denilen hakikat,yaratan ve yaratılan arasındaki münasebeti karşılıklı bir konumda tutan yegane yoldur.Muhtelif şekli olan ibadetin şuurlu dili ise duadır.Gizli, açık seslendirilen isteklilik hali..düşünceyi,arzuyu itiraf eden,hal ve kal’e tercüman olan aracı fiil duadır.
İnsan kendini ne kadar tanırsa acizliğinin ve fakirliğinin farkına varır.İhtiyaçlarını kavrar.Gereksinimlerini giderecek bir yol arar.Çünkü insanlığı kaybolmamış bir insan,Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle ;” İnsan insaniyete layık bir şerefle yaşamak ister”…
Biraz daha akıl yürüten bir insan maddi manevi ihtiyaçlarını nasıl tedarik edebileceğini düşünmeye ve taharriye başlar.Bir çok sebep dairesinin kapısını çalar…
Ve sonunda “isteyende aciz kendisinden istenen de” buyrulan hakikatin kapısına yanaşır…Esbab yolunun bittiğini anlayan veya sebeplerin mahiyeti asliyesini kavrayan bir iz’an “Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir” penceresinden nefes almaya başlar…
Tüm bu iletişim ve etkileşim bir birine bağlı olan; iman, tanımak bilmek, sevmek üçlüsünün sonucudur.
Bir maliki, yaratanı olduğuna sağlam iman etmemiş birisinde, onu tanımak merakı oluşmaz. O’nu tanımak merakı oluşmayan bir inanç ise taklidi ve örfi bir inançtır. Zayıftır, hatalıdır, tehlikelidir.
Ancak yaratanın varlık ve birlik delilleri ile hüccetlendirilmiş olan bir iman..iman sahibinde tanımak,bilmek hissini ve sevkini meydana getirir.Bu nedenle sonsuz bağ ve bu bağlar arasında hadsiz ilişkileri olan bir münasebeti,bildim,buldum zannetmek ;küçük bir lem’ayla kifayet edip ışığın kaynağına ulaşamamak anlamına gelir.
Daha yok mu? Yaklaşımıyla genişleyerek yürümeye devam eden bir isteklilik ve ilgi bilmek tanımak ufkunda, sonsuz nur bulmaya neden olur. Muhatabı hakkında elde ettiği her bilgi,ulaştığı her nimet,aklını,kalbini,ruhunu olgunlaştırıp kamil bir noktaya doğru çekecektir.Bilmek ve bilinmek denge noktası ise bir çok sırrı,muhabbetti,aşkı ve vuslat iştiyakını netice verecektir.
İşte dua bu bilmek bilinmek denge yolculuğundaki tekellümdür.Konuşmaktır.Arz-ı haldir.Talepleri,edepleri ifade etme aracı,sevgiyi ilan vasıtasıdır.Razılık ilamını hadsiz nazarlara açan ve temaşaya davet eden,kulluk mayasının gereğinin teşhidir.
Yani aslında dua,yakın geleceği ilgilendiren bireysel talepleri elde edebilmek için bir usul olmaktan çok daha yüksek bir değere sahiptir.
Ve dua,edilen muhatabı itibariyle hakiki ihtiyaç,iştiyak ve samimiyete ve istenilen şeyin değeri ile ilgili bir denkleme de sahiptir.Bazı dünyevi meseleler duanın temas edebileceği her şeyi dikkate alır.Bir amaca uğraşmak,o amaca tayin edilmiş maksad veya fetvaya namzet,yada akıbete düçar veyahut nimete mazhar olanların yaşam dairelerindeki tüm münasebeti kapsar.Bir çocuğun gözyaşına takdir edilmiş şekerlemenin veya bir ailenin sofrasına gelecek ekmeğin temas edebileceği,yağmurdan toprağa,topraktan başağa ilaahir ..bir etkileşim alanına sahiptir.Manzaranın bütününü göremeyen cinayetkar hırsın müdahale talebi meşieti ilahiye tafaından geri verilir.Üstadımızın dediği gibi,Meşieti ilahiye meşieti beşeriyeyi geri verir.Kader konuşur cüz-i ihtiyari susar.
İşte çok istimal edilen “HAYIRLISI”kelimesi kader bezminde hudutları malum olmayan sınırlara müdahil olmaktan edeple içtinap edip teslim olmanın bir ifadesidir.
“Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71. Buyrulduğu ve yine üstadın şiddetli ifadesiyle;
“Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’îhevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin? Hitabı ile karşılaşır.
Eğer talepte edep olmaz ise bütünüyle bir mahrumiyettir. Çünkü talep dillendirilen bir ihtiyaçtan ileri gelmektedir. Hakikatte bir hak kaybının feveranı değildir.Velev öyle olsa Allah’ın adil olduğunu bilen bir iman teslimiyet yolunu tercih ederek,kaderin adaletini bekleyecektir.Evet bir aczin ve ihtiyacın lisanı olmuş bir lisanın mahviyet ve tevazu içinde bulunması ve ilan ettiğine tevekkül etmesi esastır.
Tereddüt göstermek, delil sorgulamak, acabalar içinde olmak, dua edilen hakkında bilgisizliğe ve inanç zafiyetine delalet eder.
Örneğin; İşitir,bilir.Görür ve lakayt kalmaz…Kudretli ve merhametli..vermeyi sever ve muktedir..kullarının mutlak hayrını ister..yaratan ve yarattığına hakim..her şey onun izni ile meydana gelir..vb bilen bir yakarışın vehimle münasebet kurup çelişkiye düşmesi talihsizliktir.
Evet, duanın dua olabilmesi için, imtihanın kavranması, ihtiyacın gerçekliliği, talepteki içeriğin nefsi zaaf ve isyan, tahammülsüzlük içermemesi, tevekkül ve kanaat ile güven ilkesine sahip olması önemlidir.
Yani ,umumu alakadar eden şeylerde sana göre diye bir şey olmaz.Zaman,zemin,mekan etki alanı,diğer haklar veya haksızlıklar,takdirler,sonuçlar vb çok geniş bir daireyi içine alan durumlar göz ardı edilmemeli.Kişi kendince ihtiyaç gördüğü şeyleri ve talepleri uygun bir üslupla dile getirip neticeye kanaat etmeli..olursa nurun ala nur..olmaz ise vardır bir bildiği deyip..durumu muhabbetle kabullenmeli..
İnsanların konumları karıştırmaları öncelikli meselelere yer değiştirdiğinden,beka yanında sinek kanadı kadar değeri olmayan bir dünyanın işlerine ,kırılacak camlarına elmas bahası verildiğinden,kendilerini ilgilendirdiğini düşündükleri boylarından büyük şeylere gözlerini dikmiş,severek isteyerek kendi olumsuz akıbeti için dilekte bulunabiliyor.Oysa kabul olmadığını düşündüğü dualarına yön değiştirip;
Hakiki geleceğimi zenginleştir..
İman selameti ver..
Rızanı kazanmamı nasip et..
Emaneti bir hakkın eda edebilme,sana ulaştırabilmeme yardım et..
Beni kötü huyladan ve günahların arkadaşlıklarından kurtar..
İlmimi arttır..imanımı arttır..
Seni sevebilme kabiliyetimi genişlet,sevdirebilme hizmetleri içinde bulundur..
Doğru ahbablar ve dostlar lutfet..
Cennetine al..âmin gibi isteklerde bulunsa talebin doğruluğu ve ihtiyacın realitesi itibariyle,ilme,imana,hizmete dair şeylerdeki isteklere gelen cevaba kendisi şaşıracaktır.
Mahiyet itibariyle mezra olan bir yere,kalıcı bir nazarla bağlanmak,orada rahata ulaşmaya çalışmak,ona baki bedeller vermeye hazır olmak,müminler açısından Rahmet-i İlahiyeye uygun olmadığından ,zahiren red cevabı ile karşılaşabilir..hakikatte ise merhamet ile baki meyveler verebilir.
Üstadın dediği gibi..Hikmetine itimad etmeli,rahmetini tenkid etmemeli…
Bazen ise çok ısrar kerhen bir takdire rast gelir..bir elde edilir bin kaybedilir..el iyazu billah…
Konuya girerken paylaştığımız dua ve ibadet ilişkisi ile ilgili konuları nazara almalı.Duayı Rabbimizi tanımaya vesile yapmalı.Yoksa hakkında hiç bir şey bilmediğimiz,isim ve sıfatları hakkında bir ilme,hangi icraatı hangi sonuca bakar,neyi nasıl verir,ekser faaliyet tarzı hakkında bir görüş ve birikime sahip olmadığımız,sevgisinden,güzelliğinden,cömertliğind en,adaletinden,takdirinden emin bulunmadığımız ,zenginliğinden birhaber kaldığımız,itimat etmekte teraddüt yaşadığımız,onu razı etmek hususunda bir titizlikle davranmayışımız,ibadetlerimizdeki eksiklikler,emirlerine gösterdiğimiz hassasiyet yoksunluğu ile ..şunu ver..bunu ver..niye vermedin gibi bir gaflete düşmek feci bir sonuç olsa gerek… Doyma yeri olmayan bir yerde doymaya çalışmak ne kadar boş…
Evet kısaca neyi nasıl isterim den çok önce, dualarımla Rabbimden kendiyle ilgili bana bahşedeği marifetten ve mağfiretten ne dileyebilirim.Onu ve kendimi nasıl tanıyabilirim.Benden ne istediğini nasıl öğrenebilir ve nasıl karşılık verebilirim gibi..duayı O’nun yakınlığına kavuşma vesilesi yapmalı…
Temelleri olmayan veya zayıf olan hiçbir bina sağlıklı değildir.Doğru talepler,duanın kabul şartları risale-i nurlarda ve bir çok alim ve kaynaklarda vardır.Bu bilgilere ulaşmak kolaydır.Ama duaya ulaşmak bambaşka bir şeydir.
Herkesin iman ve marifeti nisbetinde kendine ait kelimeleri oluşur.Duasının kendine özgü bir dili ve rengi meydana çıkar.Kendi sesi ve iniltisi dileklerini şekillendirir.Ne zaman ki insan,parmak izi gibi,kimseye benzemeyen yüzü gibi,kimsede olmayan hisleri gibi sözcüklere kavuşur..işte o zaman duaya ulaşır.Sevilenlerin dualarına kendi dualarını karıştırır,öğretilenleri ikrar ile tekrar ederek sağlamlaştırır..Asıl matlup,maksad,kendini gösterir.
Kısaca makul duada devam duaya olan sırra bir yolculuktur.
Dua ile elde edilen neticeden daha önemli olan dua edebilecek bir imana sahip olabilmektir.
Yine dua ile elde edilecek şeylerden daha önemli olan şey, dua edebilecek birinin kulu olabilmektir…
Evet sevgili dostlar duaya ulaşabilmek niyetiyle hoş kalın……….

İstemek Güzel Şeydir...

Hayat memat yaşar insan…
İki aralık bir derelik yerler ve bir birinden garip menzillere de uğrar. Dolu dolu ve coşkun anların yüzünde ve yüreğinde bıraktığı hoşnutluklar olduğu gibi yüreğini ezen gönlünü bizar kılan zamanları da olur.
"İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir."
Buyrulduğu gibidir kısaca…
Ömür apartmanının her katında iniş ve çıkışların ve geçici konaklamaların, yani her bir adımın kendine mahsus bir etki ve tepki karşılığı vardır.
Ve insan her hadisenin durumuna göre ayrışır hayattan. Bütünüyle kendine dönük bir açıdan kendi dünyasına bakar.
Dimağında, kalbinde, ruhunda ne var ise onunla karşılar gelenleri. Bilmekle şekillenen davranış biçimleri, güvenli bir mukabelede bulunurken, bilmemekten gelen tutumlar endişeli ve telaşlı bir şekilde ortalığı velveleye verir.
Her hadisenin kendine özel karşılığı vardır. Hayatın her yerinde ve her ihtiyacın giderilmesinde adeta ona tahsis edilmiş bir çözüm ünitesi bir tedarik merkezi bulunur. Acıkınca yemek yenilir. Üşüyünce ısınılır. Uyku gelince uyunulur. Hastalık gelince şifahaneye gidilir gibi…
Bazen konuşmak ister insan bir dost ve arkadaş aranır. Bazen bir emele ulaşmak hisse hissesini ister istemekten uğruna neler feda edilir.
Bazen hayallerin önü kesilir bir şeylerle insan üzülür,boynu bükülür.Her hedefin sebeplerle ilişkilendirildiği bir esbab dünyası yol keser bazen.Cansız hayatsız bir çok engeller veya müracaat isteyen şartlar oluşur önünde.Her biri bir perde veya aşılması gereken engel yada ulaşmak istenilen noktaya bir merdiven görevi yapar.Ve öyle halleniriz ki onlarla ,hakiki tesirin geldiği noktaya kör olur,vasıtaları azl etmekte zorlanırız.Veya onların kullanılmasının hakkını veren bir nazar bir teşekkür ve üzerlerini aşan bir şükürle veda edemeyiz olan bitenin olup bittiği yerde.
Ve insan bu döngüye alışır.Bu dönencenin varlığından uzak açılara yaydığı halelerden bihaber kalır.
Varlığı içinde var olmasına karşı var eden bir yöne kalbi hızla atarken, yeknesaklık ve ülfet o pervazın üstünü örter. Duygular Gülleşmeden küllenir.
Her gidişin “Nereye”sorusu vardır aslında..Her isteğin “Ne için”sorusunun olduğu gibi…Her beklentinin bir bekleme süresi intizarında gizlidir.
Her umud edilenin “Ne olduğu ve Neden olduğu,ve Neden olacağı”şeylerde onun mahiyetinde iç içedir.
Fakat arzular o kadar telaşlıdır ki yol lambalarını ayrıntı görür.Ona lazım olan rehberlikleri hafife alır,söz dinlemek istemeyen körlüklere kapılır ve koşarak kendinden uzaklaşır.
İnsan bilerek ve bilmeyerek..Yada kendisinin bilmediği ama bilenlerin hazırladığı çukurlara düşer.Ve bütün dünyanın iki akım arasındaki çatışmanın meydanı olduğunu unutuverir.
Garip garip taraftarlıklar sahibi olur. Bulunduğu safın nerede olduğunu fark edemez. Didişir bir şeylerle ve kapılıp bazı cereyanlara birçok talihsiz söz söyler.
Aslında nasıl giderse gitsin ve nereye giderse gitsin oradan geriye ol gelmese de başladığı noktaya hep bir şeyler döner.Ya o yolda kullandığı eşyalar veya hatıralar ve defterine doldurduğu satırlardır..Döner ve ömürün heybesi içine ebedi bir seferin azığı olarak konulur.
Çok defa hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmek, büyük bir kitaba haşiye olan bu defterin yeniden düzenlenmesini ve silinip aklanması sağlayan muhasebelerdir.
Konu kişi tarafına hassaslaştıkça ve amaçların kullandığı araçların beceriksizliği gün yüzüne çıktıkça İnsan bir başka bakmaya başlar dünyaya.
Her şey bir terkin üzerine müessestir mesela.
Her neye ulaşılırsa ulaşılsın üzerinde bir fena damgası vardır. Geçicilik denilen gerçek her şeyi kuşatmıştır.
İnsanın başını döndüren her ne ise zeval ile malamaldir. Buyrulduğu gibi
Ya onun ömrü ya da insanın ömrü kısadır.
Ve İnan sevdiği şeyleri bekaya kalb etmenin yollarını arar ilaahir……..
Ve insan ellerini açar;
Ve insan her hadisenin ve koşulun şartlarının oluşturduğu duruma göre ister.
Bazen verilir istekleri. Bazen gizlenir. Bazen ötelenir ötelere…
İsteyen ve istenen arasındaki isteklerin aslında ne olduğunun önemi, diğer bir öneme göre pek önemli de değildir.
Dilemek ve dilenmek arasında kurulan bu köprünün altından ve üstünden neyin geçtiğinin de bu kavle göre pek önemi yoktur.
Burada isteyebilmek esasına dayalı teveccühe kavuşmak visalin en ehemmiyetlisidir.
İnsanın, maksat ve matlapları ne olursa olsun ve hangi talebi yerine gelmiş hangisi gelmemiş bulunursa bulunsun, isteyebilmekle en son elde ettiği şey;
bir Vedud incisidir.
Velhasıl “İstemek ne güzel şeydir”…

Güzelliğe dair

Her güzellik her insana başka bir açıdan görünür..O güzelliği o açılardan görebilen göz ve his sahipleri,kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre o güzellikten hisse alırlar.
Güzelliği görebilen ve hüsnü hissedebilenler,kendilerine akseden cemalden kendi kemallerine yürürler.Güzel görmüşlerdir,güzeli görebiliyorlardır güzelliği anlayabiliyor ve güzelliği güzel olarak hissedebiliyorlardır.Ve kendi güzellerine sadıktırlar..Onun güzelliği ile baş başa kalırlar.O güzellikten nebean eden güzelliğin cilvelerine meftun bir şekilde her şulesine,her şuaına,her ihrakına ki muhabbetin meczini oluşturan hararetlerdir,onlar o cazibenin etrafında celb edilmiş bir manevra ile maveraya pervaz ederler.
Herkesin güzelliği kendinedir. Herkes kendi güzelliği ile baş başadır. Kalbinde o güzellik pırıltısını parıldatan hüsne olan kabiliyetlerini şükrederek, iradesiz mazhar oldukları bu letafeti bozmamak ve kaçırmamak için nazik ve dikkatlidirler.
Güzelliği hissetmek, idrak etmek, iz’an etmek iradi bir zorlama değil, fıtri bir meyilden ibarettir. Fıtrat hüsne âşık, kemale meftundur.
Güzelliğin güzel olması o güzelliği takdir edebilme ona ram olabilme, onun peşinden gidebilme, ona perverde olabilme, onun etrafında pervane olabilme, onun aksi nuruyla kendinden geçebilme özelliklerine haizdir ki, fıtratları su-i istimal olmamış gönüller, kalpler ve ruhlar ve akıllar, kendilerine göre teçhiz edilmiş muhibbi özellikler ile güzelliğe teveccüh ederler. Dolayısıyla güzelliğin varlığından tezahür edebilen güzellik sevdası, görebilme ve sevebilme yetisini güzelliğin kendine borçludur.
Eğer hakiki bir güzellik olmasa güzelliğin aşkı da olamaz…
Dolayısıyla güzelliğin kendisi bir merkez..bir cazibe burcudur..Bütün güzelperestler ise o güzelliğin etrafında dönen sevgili peykleridir…
Onları bir birine bağlayan o güzelliğin bir kaynaktan tuluu ve oluşturduğu hüsnün cazibesidir… Aşıklar o güzellikten nakışlarını çevirseler bakacakları yer, o muhibbilerin o güzellikten kendi ayinelerine olan akisleri olacaktır. Bir birilerine bakmaya başlayan ayineler, kendi içlerinde âdemi bir sonsuzluk ve gölgelerden müteşekkil bir hayal dünyası bulacaklardır.
Ve cazibe bozulur,o aşık seyyareler meczup bir şekilde boşluğa dağılırlar…ve aralarında bir çarpışma bir müzaheme meydana gelir..Güzellikten uzaklaştıklarından düştükleri karanlıklar ve o çarpışmalar onların güzellikleri bozar ve mahiyetlerindeki sevimli manaları soldurur.
Hani meyvelerin kabuklarının soyulmasıyla başlayan kararmalar gibi…
Güzellik ağacın meyvesi, o güzelliği görebilen ve güzelliği taşıyabilen güzelliklerden ibarettir. Dalından kopmuş her hüsün, cildi soyulmuş bir meyve gibidir.
Eğer o meyve var oluş köklerine bağlı kalsa,sadakat ve kanaat ile olgunlaşsa bir güzellik çekirdeğini rıza ve hoşnutluk bahçesinde nurani bir toprağa bir güzellik olarak düşecek ve o çekirdek için ebedi semereler verebilecek bir Şecere-i Ahsen şekline girecektir…

Bilmek

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Bilgi ve bilgisizlik ve ilimsizlik neticesinde görünen cehalet ve körlük gafletli bir hayatı insanın önüne koyar ve yaşamak sofrasına getirir.
Hakkında her bilinmeyen hakikat, birçok şeyin tesiriyle çeşitli renk ve boyalara girer. İnsan fıtratında olan arayışlar ve tanımak temayülleri ilmi olan tarifnameler ile teskin edilip doyurulmazsa başka şeyler açık kapıdan girer.
Felsefenin zehirli kısmı, hayallerin kurguladığı ucube tanımlar, hikâyeler, tasvirler ellerinde çaputları getirip fikrin ağacına bağlarlar. Semeresi faraziyat evham ve şüphe olan bu ağacın dallarına bağlı tüm yargılar, hadler zamanın tesirli rüzgârlarına göre hareketlenir. Kısır ve akim bir şekilde ömrü tüketir gider. Meyvesiz bir hayatı dünyeviye ve uhreviyeyi netice verir.
Hem herkesçe bilmemenin dehşeti bir derece bilir. Çünkü bilinmesi gereken şeylerin bilinmemesi, o bilgiye ihtiyacı olan birisini karanlıklar ve çaresizlikler içine hapseder.
İnsanın bilgi ve bilgisizlikle olan mücadelesi hayatının en büyük mücadelesini oluşturur. Şeytani fikirlerden neşet eden bütün olumsuz düşünceler, evham ve vesveseler insanı cehalet tuzağına doğru çeken önemli stratejilerdir.
Vazifelerin yapılmaması, öğrenme duygusunun hareketliliğinin sağlanamaması, doğru hedeflerin karşısına çıkan maniler ve engellerin şaşırtırcı yönlendirmeleri insanın atıl ve verimsiz bırakılmasını temin etmek açısından şeytani ve nefsanî hileleri içermektedir.
Özellikle şeytanın yaptığı hamlelerde kendini gizlemesi hatta varlığını inkâr ettirecek kadar desiselerini örtmesi. Bütün menfi düşünce ve hareketlerin sebeplerini kişilere zamana ve olaylara taksim etmesi insanın düşünce tarzında sadece vesvese ve evhamların hâkim olmasını netice verir.
Fikir selametini kaybeder ve türlü harici yönlendirmelere açık düşer.
Bu harici yönlendirmelerin en önemli sistemi, bir noktaya dikkat çekerek, konunun bütün irtibatlarını kesmek suretiyle, olayın veya oluşturulmuş düşüncenin merkezine sürekli tahşidat uygulamak şeklinde yapılmaktadır.
Eğer insan içinde olduğu durum itibarıyla vaziyetini tahlil edemez ise şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olur.
Genel olarak insan dünyasının hedef olduğu fikri veya hissi taarruzlara mukabele edebilmesinde iki şekilden söz edebiliriz. İnsanın iç dünyasına ait vesveselere karşı lakayt kalması bir çözüm olarak ifade edildiği gibi, mahiyetini bilmekle yapılan mukabelenin ilmi olan bir savunma sistemi de vardır. Lakayt kalmak önemsememekte bilmenin eseridir.
Üstadımız Bediüzzaman’ın dersinde ifade ettiği şekliyle;

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

İlme karşı lakayt kalmak bütün desise ve evhamın merkezi olmak anlamına gelir. Bilenle bilmeyenlerin farklılığı, doğu ve batı kadar bir mesafeyi ifade eder.
Bu meseleyi biraz etraflıca düşündüğümüzde ve genel anlamıyla izlediğimizde cehlin etkilendiği tüm konuların bazı meselelere mahsus olarak bir yoğunluk oluşturduğunu görebiliyoruz.
İnsan direnişini kıran ve onu mağbup eden şeyler bilmediği konuların üzerinde olmaktadır. Yada bildiği konuyu irtibatlı olduğu diğer hakikatlerden ayırarak lokal olarak zayıf düşürme şeklinde olmaktadır. Nazarı bir noktaya hasrederek orada körlüğünü sağlamak şeklinde tezahürleri vardır.
Bu vesveslerin, diretmelerin, şüphelerin her biriyle birer birer uğraşmak, öncelikli olarak, başarılı bir neticeyi getirmekte pek doğru bir çalışma şekli değildir. Çünkü bütünlük irtibatı tesis edilmemiş kısmi bilmekler, hakikatten koparılmış parçaların o taarruzlarda mağlup olmasını iktiza edecektir.
Bu nedenle insan bilmek noktasında kendini ilgilendiren konularda bir bütünlüğe hâkim olmalıdır. Örneğin; Duçar olduğu vesveselerin taarruzların büyük bir hakikatin şubelerine yönelik olması, stratejinin merkeze doğru ilerleyişindeki karakol baskınları olarak adlandırılması mümkündür.
O taarruzlara karşı karakollar ile merkez arasında bir iletişim yönetimi ve merkezi bir koordinasyon gerekmektedir ki; şubeler arasındaki dayanışma ve ortak savunma o virüs yaklaşımlarını bertaraf etsin.
Akıl, kalp ve sair letaif arasında bu irtibat her bir latife ve hassanın kendine münasip cihaz ve silahlarla donatılmasıyla mümkündür. Her bir hassa ve latifenin kendine münasip bir ilmi ve hissi bir cephesi bulunur.
Aklın mesaili ilmiye ile olan münasebeti onu deliller ile donatırken, kalbin o deliller mesamatından doğan öz kaynaklar ve fıtri olan temayülleri ile marifetten gelen ve yapısıyla örtüşen eczalar ile sarsılmaz bir istinad bulabilir. Vicdanın yapısal niteliği, ruhun mahiyetindeki irtibat ve insanın tümüyle olan alakadarlık ve varlıklılık imtizacını organize edecektir.
Kısaca insan insanlığına ait ilimleri bilmek zorundadır. Buyrulduğu gibi; ilimlerin şahı padişahı iman ilmidir.
Çünkü Üstadımızın ifade ettiği gibi kâinatta en mühim mesele imandır… Kâinattaki en mühim mücadele iman ve küfür arasındaki mücadeledir. Bu mücadele ise çok cephelerde yapılmaktadır.
İnsanın bu mücadelede ayrıntı olarak savaşması veya başka başka cepheler açması onun bu savaşı kaybetmesine sebep olabilir. O nedenle yukarıda da ifade edildiği gibi merkezi kuvvetlendirmek, iletişim koordinasyonunu sağlamak için gerekli ilmi jojistik sistemini oluşturmak gerekmektedir.
En etkili kaynağın gayet dikkat ve ciddiyetli bir takiple kullanılması, Bilginin depolanması, mesai ve uğraşların aksatılmadan ve devamlı bir şekilde temin edilmesi, marifetin ilim musluğundan sağılmasını tedarik etmek, sürdürülebilir bir mücadeleyi Biiznillah galibane tesis edecektir.
Üstadımızın tevhidi kıble ederek Ku’andan aldığı bu dersler..Yani risale-i nur eserleri ilmin bütün meratibiyle stratejik yapısının, dünya ve ukba cihetlerinin gereklerini,levazımatını,ihtiyaçların terkiplerini ,insanın bütün hassa ve letaifine sunmaktadır.

Derki;

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir."
Yine der ki;

……..hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ve Rabbimiz Der ki;

“Rabbim! İlmimi arttır” de. (Tâ Hâ Suresi, 114. Ayeti Kerime)

“Rabbim! İlmimi arttır”Amin…

Selam ve Dua…….

Leyl/Nehar

Kinini kitaba uzattı..
Dikenli sözler söyledi…
Aklıyla sürtüştürdü kelimelerini..
Durmadan konuştu…
Konuştu…
Dünya döndü..dönüyor da..
Aldırmadan…
Gocunmadan döndü…
Başkaları da vardı..Biraz öncekilerden,biraz sonrakilerden..Kadınlardan,erkeklerden ve cinlerden, ifritlerden, şeytanlardan da vardı..
Gizli açık konuş...anlar..Odalar arkasında,şişe dibinde,gecenin bir köşesinde,izbenin içinde,hamamın bir yerine sinmiş..eski bir eteğin,kalın bir ceketin cebinde konuştular…
Hapishanelerde, hastanelerde, döşeklerde konuştular…Ezan okundu,çan çaldı,büyü yapıldı…Cinayetler işlendi..Birileri doğdu..Köpekler kedi yavrularını emzirdi…Sırtlanlar ceylanları parçaladı..Yağmur yağdı,çiçekler açtı,çok yağdı sel oldu..Buğdaylar,sığırlar boğuldu..duvarlar yıkıldı..Filizler çıktı taş yarıklarından…
Dünya döndü…
Mızraklı bir kin öfkelendi..Yaylı bir fikir gerildi asumana..Delirdi nefretin gayri meşru çocuğu…
Evvelki adam gökyüzüne ok attı..
Sonraki adam kurşun sıktı..
Sözler,satırlar,sesler,demirler,zanlar,savlar,tezl er,okkalı kahveler,müstehzi mimikler,alaycı imalar,göz kıpmalar,dedikodular ,Her şey düştü..hiç bir şey tutunamadı sarkıntılık ettiği yerde..
Adımlar,gölgeleriyle adamlar düştü toprağa..
Selâ okundu,Bela okundu..
Dünya Sessiz sedasız döndü…
Sol yanında açılıp okunacak bir defterle, Adam çürüdü… Kadın çürüdü… Çocuk çürüdü…

....................

Büzüştü adem..âdem diz çöktü…Gündüz oldu..gece oldu..Önce gündüz,sonra karanlık öldü…
Başını göğsüne,çenesini bahtına bastırdı..
Yüreğinden su yürüdü gözlerine..
Dilek ıslandı,
Niyet ıslandı,
Dua ıslandı..
Bilmiyorum dedi adem..Bilmediğini öğrendi…
Yalnızlıktan,korkudan,yalandan dolandan konuştular biraz..Bir iki tükenir kalemle tükenmez şeyler yazdı…
Birkaç satır tutmadı..
Boşluğun boşluğuna vurd...uğu seslerden çınladı sessizliğin kulakları, O’dan başkası duymadı…
Şehrinin anahtarını verdi gelenlere..
Önce kütüphanelere girdiler..En bulanık nehrine zamanın bütün kitapları,fasikülleri,ansiklopedileri,Cd’leri midileri sulara bıraktılar.Kalan yığıntılardan kocaman bir ateş yaktılar..
İbrahim’i bekleyen bir ateş…
Kocaman mancınıklarla hiçliği orta yerine atılacak bir ateş…
Fikirleri tutuşturacak bir ateş..
Perdeleri uçuşturacak bir rüzgar..
Dingin yağmurlar da peşinden…
Karanlığı zincirle çekip, uykunun göz bebeğinde uykuyu uyutup yalınca ayakta durup, baş açık el açık, gönül açık yığılıp kalınacak ahir zamanlardır feleğin gör dediği…
Kendine sus dedi adem..Susturdu tüm konuşanları âdem…
Canlı cansız yayınları..Ölü diri bültenleri..kenar köşeye serpiştirilmiş öteberileri..Kal’den kelamdan sonu “dur,dır,dir diye biten rivayetleri…
Kendi yokluğunu gammazladı kendine adem..nar’dan çatılmış kürsüye yürüdü..aleve boy verdi…
Alnını yere koydu âdem…………………………………………………………..

Siyah Noktalar

Takatin boynu bükülür..ne kadar masum ve ne ile yorgundur ayrı bir muamma…

Fikrin ellerini dimağın şakaklarına yaslayıp daldığı karanlıklar baş belası…Yol geçen hanı ile maruf bir lümmeden muzdarip bir kalp inler örs sesleriyle..darbeler iz’anın sinesini siniye çevirir…

Meşumiyeti her yakayı tutmuş ve haklıyız meramı payimal ederken…

Ayrılıp gitmiş bir ünsiyet,esbaplarını toplamış bir istinad,bariz bir yalnızlığa demir atmış bir istimdat..Cehennem dönmüş bir burudet..uzaklık yangınları kıvılcımlarıyla sırça sarayı tutuşturmuş…

Gizlenen gizlenmiş..sırrın tesellisi de yok..zannın bin türlü belası ve veba gibi sarılmış yakarışların gözleri..âma çırpınışlar istigaseleri hedmediyor.

Karilerin fehmedemeyeceği serzenişleri dökülüyor parmakların yüzüstü sürünüşlerinde…

Abdestsiz ve özürsüz uzanılan bir gece…Her yanından kuşatımış bir acziyet..

Sema sessiz..yıldızlar dilsizdir…

İ’cazın İşaret ettiği yerdeki bir ahval..Balığın karnına giren esrarı ve kurbun tecellisinde yetim..up uzak kup kurudur kelimeler…

Sakarın serinliğine atfen bir vaziyeti acibe bir zakkum çekirdeğine sürgün verir..Butlanı gönle düşer…

Ne Hızırdan ne hazırdan bir haber vardır.Ne de gavsın kavsinden çakan bir parıltı..Ne de ne nağbudu ne nesteğin ihtizaza getirir ruhu..ne de bir tahassün kendini evhamdan kurtarır..ne de ulaşır kırk kanatlı ulakların taşıdığı mektuplar..yâr yaren suskundur...

Acul bir heyecan yıkar haneyi..

Acil bir yol taharri edilir de teeni ölür…

Echel bir hüküm asar sabrı tam genzinden.

İki damla gözyaşı olsa iyi idi..

İnce bir sızı yol kesseydi alâydı..menamdan ayyuka pervaz eden cılız bir şua olsaydı bari..olsaydı da iyi idi de olmaz…

Mevadd-ı muzzıranın becayiş edildiği sıhhat, seratan bir sekre tutulur..İflas eden müfekkirenin zavvallı tefekkürü efkardan azl olur…

Zavallı zaviye kaybolur yavaş yavaş…

Rüyaların çarpıldığı ceridelerde akibet endişesi..malumat leşleri saçılmış olay yerine…

Fikirler satır aralarında vakur..sadırda uslanmaz bir dilencidir…

Sancı başlar...

Mahdut bir tünelle mülevves bir kabzın arasında kalınır..An anını kaybetmiş..zaman obezdir…

Siyahtır tüm renkler..simsiyah..içinde ki hain simsar sürekli bir menafinin peşinde heder eder olanı biteni..

Dikenler elini kanatır..akıl başa geldi mi diyecek biri olmaz..akıl başa gelmez…
Yavaş yavaş kükürtlü bir toprağa düşer azalar..duygular defnolur,hisler def olur..varisi olunan cürmün curufu bin kez alev alır..dumanlı dumansız alev alır…

Kader de kazası ile efale efal de fiiliyle takdire divan durur.Hükmün mürekkebi ve mürekkebatın tertibi satırda kurumuştur..Atâ da kalan ıslaklık zorlar takdirin mürid iradesini binbir muradla..meşiet meşietin örter üzerini…

Bir türlü arşı süküna,mercii icaba,icabı lerzeye getirecek çığlık bulunmaz…leyl nehar bütün bablar didiklenir satılmışlıkla..beş kuruş etmeyen idrak meteliksizdir.

Başka yerde ise ;gayb ile şuhud adil bir id’i kutlar..Akibet muttaki bir şifadadır..Marziyat zerratı hakikate hâkimdir..Muktezi iktiza hakîmdir…Tesadüf şebekesi mahkumdur..Murettebatı mesrurdur sefine-i mutinin…

Dumanın çıktıyı yerde ise ;biganelik biçarelik ile malemaldir..Delik bir heybe,yırtık bir aba,eğri bir asa ile kalır şehrayinin ortasında…

Eflakın dehrinde dört nala giden felsefe-i hevaiyesi üzerine kan sıçratır..Küçük küçük noktalar mevsimleri küsüfa tuttur..dualar öksüzdür..lisanı lâl olur..Toplanıp içtima edecek cami bir şeyler kalmamıştır.Ferdi ferid letaif savaşı kaybeder...

İçi in doludur alemin..her kuytu tutulmuş her duvara resmedilen suretler aydınlığı perdeler..maksud ,matlup,mabud,mahbub olan adem-i tenezzül ile müstağnidir.

Kusursuz bir firak vardır..Bu kadar kahırlı olur ayrılığın sesi...

Bu kadar kimsesizliktir..Bir o kadar çaresizlik sıbgalıdır umid..Ve ümit en zor günlerini yaşar…

Bir yersiz bakış..Bir önemsemesiz duruş..

Ve aldırmazlık… Koca diritnotları batırır…

Büyük vedialar denizin dibini boylar…

Artık ağrılıdır yaşamak..ağır ve ağrılı…

Bir şeyler, olmazlar şeyler olmuştur..herkeslikten mamul edilmiş merhemler bir işe yaramaz..hiç bir şey öyle gelmemiştir ve böylede gitmez...

Birikmişlik hesap çetelesiyle durur karşıda..dirilecek kadar hayatı kalmamış,eman dileyecek kadar bir sinir ucu yoktur.

Kara kara noktalar kap kara bir levhaya dönmüş zifiri bir örtü,varlık hazinesini örtmüştür.

Asrın estetik yaptırmış günahları idam fermanını imzalar.. ve İnsan Allah’a rağmen, Allahsız kalır…

Çünki bâtın-ı kalp ,âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.

Dediği gibi Bedi’nin:

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!

Dünyayı yutan bütün latifelerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar…

Hasbihal -2

Zamanı âdemden beri gelen iki cereyan-ı azime diye adlandırıyor insan selini Bediüzzaman…
Birinci nehir-i nurani nübüvvet akağını kendine mesken tutmuş..diğeri ise nübüvvetin talimi olan kulluk hazinesinin acz ve fakr madenlerine kifayet etmeyerek, yahut idrak etmeyerek ,veya da isyan ederek kendi vedialarının üzerinde sahipliklerini iddia ederek dalalet vadilerinde akmış durmuşlar.
Nur ile zulmeti tefrik etmekten,
Hidayete mazhar olmak demek olan hakla ile batılı bir birinden ayırabilmekten,
Doğru olana talip olmaktan,
Hakka müşteri olmaktan,
Verimlilikten, bereketlenmekten, kendisinden fayda elde edilmekten, üreten bir değer olabilmekten,
Varlık âlemleri hesabın çalışacak bir idealin yanında içinde yer alabilmekten,
Yapıcı,muktesit,hikmet sahibi,anlayışlı ve zeki bir muhatap,akıl sahibi bir yoldaşlıkla safını belli etmekten..
İman sahibi olmaktan,
İslam nimetinin farkına varmaktan,
Güzel ahlakla ahlaklaşmaktan,
Zarafet,nezaket,letafet gibi değerlerin kendinde toplandığı bir şahsiyete mazhar olmaktan..
Nesirden, şiirden, güneşten, aydan, kelamdan, sözden, manadan anlamaktan,
Hüzne dalabilmek, şevke varabilmekten,
Yüksek himmetlere sahip olabilmek,kendi nefsine acıyabildiği ve onu hayra sevk ettiği gibi başkasının helakete ve felaketine karşı ciğeri yanmaktan..
Sevgililer ile sevenler ile sevilenler ile beraber olabilmekten ayrı kaldılar…
Evet,
Mukabele mahiyetinin ve seciyenin dışında tahripkâr nehrin saliklerinde bulunan muamma, bütün hasenelere karşı geliştirilecek bozguncu bir fikir bulunmalı ki nefes alabilsin.
Efkâr her nerede olursa olsun idame-i hayat için kendini kendine mahsus erzak ile beslemelidir. Durağanlık ve ortada bir noktadan söz etmek anlamsızdır. Ya mefkûrenin zirvesine çıkılacak ya da esfelin en safil dibini inilecek.
Ruhunda kalbinin derinliklerine hissedilmeyen bir hakikatin istikrarı olamayacağı gibi bütün letaifi asabi bir istibdat altında tutacak inat olmazsa dayatmanın hayatı da olmaz.
Bu nedenle hakkın kuvvetine malikiyet, keyfiyette mündemiç olduğundan, insaf ile ikmalinin eksere istinadı, şuur ve teslim istediğinden ittifak burada muhkem bir mevkide hem hizmet eder hem hâdimlerini bekler. Vucudi olan şeyler ancak delille beslenir. Bürhanlar ise hadsizdir.
Ama tekfirde bu lazım değildir. Çünkü cehil ve temerrüt inkârın yeşermesi için yeterlidir. Hem göz önünde zahmetsiz elde edilen menhus lezzetlerin oluşturduğu müptelalık sekrinden riayeti hayatlarını kolaylıkla devam ettirir.
Burada dilini kollamak,
Kalbine sahip olmak,
Ruhunu muhafaza etmek,
Günahlardan çekinmek,
Takdir etmek,
Tazim etmek,
Hakkı desteklemek,
Mücahede azmine sahip olmak,
Varlık için çalışmak,
Üretmek, fayda oluşturmak, acımak, himmet sahibiyeti, feragat, feraset, dirayet, ihlâs gibi zorunluluk ve karakteristik nitelikler olmadığından, bedava, zahmetsiz elde edildiğinden beleşçileri çok, şakşakçıları ziyadedir.
Bu güruhun lideri nesf-i emare ve amiri şeytan olduğundan şehvetten, garaza, garazdan kibire kadar bir silsile tahrip hesabına çalışırlar. Daha doğrusu adem-i mesuliyet ten neşet eden vazifesizlik neticenin tahakkuku olan zarar ve ziyan için kafidir.
Kaos ne olursa olsun, etrafı be muhteviyatı ne kadar mütenevvi ve çeşitli bulunursa bulunsun bunun altında yatan enaniyetin tuttuğu sapkınlık yolundan başka bir şey değildir.
İnsanın bu vecihle kendiyle hadiseleri kıyaslaması,
İşine gelenlerin ve menfaatlerinin peşinden gitmesi,
Nefsine olan itimadı,
Kendi aklına olan güveni,
Çıkarlarının her şeyden ileride olarak korunması,
Riyakârlık, münafıklık his ve tutumlarının fasıklık ve fücurla el ele vermesi
Ve fikrine yardım eden her ne olursa olsun onu dost telakki etmesi gibi şeytani bir arkadaşlıkla yürünmesi,
Bahaneler, zanlar, vehimler ile kör edilmiş gözlerin karanlık bir dünyasının oluşmasına sebepte egonun eseridir.
Farklı olmak düşüncesi, farkındalık iddiası, zekâvet zannı,mugalâta ve efkârı batılanın kusmuğundan beslenmekte egonun mahiyetindedir.
Kendini tevkil etmek, ehliyetli ehliyetsiz herşeyde görüş bildirmekte bunun eseridir.
En kısa ifadeyle aslında kendinin ne olduğunun, nereden gelip nereye gittiğinin farkında olmamak ve bu farkındalık zorunluluğundan göz kapayarak, âmâlığına gerekçeler üretmekten başka bir şey değildir.
İnsan kabiliyeti muhtelif..anlayışı ve bakışı farklı farklı..Her yolun kendine mahsus mihmandarları var.Dalalet yolunun mihmandarları da hidayet yolunun kandilleride bellidir.
Hevesata davet eden,
Bencilliği besleyen,
Hep şahsi halklık ve tenkit tarafında bulunan,
Kibirli olan,
Gıybet gibi alçaklıktan kendi kurtaramayan,
Gözü ve gönlünü haram şeylere sevk eden,
Öteleyen,
Vazifeden kaçan,
Sürekli mazeretler üretim daimi mazur olan,
Güzel görmeyenler,
Düşüce estetiğini kaybetmişler,
Sürekli öfke ve kin içinde olanlar
Sinirini kontrol edemeyen,
Huzuru tanımayan,
Nefsine itminandan başka şeyden mutlu olmayanlar
Başkası için iki damla gözyaşına sahip olamayanlar,
Hayatta hiçbir işi bitirememiş olanlar,
İki yakası bir araya gelmeyenler,
Her şeylerini kaybettikleri halde hiçbir şey olmamış gibi ayaklarının altındaki boşluğu görmeyenler,
Düştükleri çamuru miski amber diye yüzüne gözüne sürenler vs……..Hepsi bu asar-ı meşumenin evlatları ve efkarı batılanın gafil ve cahil gayri meşru çocuklarıdır.
Sapkın olmak illa küfrün aşikar yerinde olmak demek değildir. İslam ahlakından mahrum ve uzak her davranış o taifeye dahil olmak demektir. Küfrün babaları çocuklarını ego zehriyle besler ve bu gıdadan müstefid olanlar için şeytan gayet zeki bir stratejisttir.
Aklı hakikiden istifa etmiş ahmaklar için evet şeytan gayet zekidir. Vehmi fikre dönüştürerek fıska değer katar. Taliplisini kulluk şerefin havalandırarak daha iyisini yapmak fantezisiyle uzaklara götürür.
Burada en kötü yanılgı şudur;dalalet için işe yaramayan aptalları şeytanda sevmez.Bir ayağı güya hakikatte bir ayağı iblisin yanında olanlar iblisler içinde münafıktır.
Şeytan bu adamlar samimiyet bulmaları ve kendi safına ciddiyetle katılabilmelerine hizmet eder..
Önce değerlerin altı kazılır,
İdeal ipleri gevşetilir,
İnaç bağları zedelenir,
Kusur gören gözlüklerle muhakeme hafifleştirilir,
Hatalar ve günahlar hafife alınır,
Zayıf emarelerden dayanak noktaları tesis edilir ve uçan balon için vurucu darbenin planı uygulanmaya başlar…İblis bu hizmetinde çok mütevazidir.Varlığı hiç belli değildir..Çünkü o artık sahiplenilmiş bir fikre dönmüştür.Zatının önemi yoktur çünkü davası şakirtlerince sahiplenilmiştir.O kendi taifesinde itibarlı bir şeytan olmuştur.
Alem-i İslamın ihtilafından elde edilen ve imtizaç manisini dikkatle düşünebilen her kes bu manzarayı görebilir.Sınıflanmak ve meşreplere bölünmek ve düşmanlara dönüşmek……………..
Kişisel alemde ise eserleri yukarıda bahsedilen kısımlardan da belli olacağı gibi, yanlılarını,dalmışlarını hissedar etmiştir.Dalkavukluk,iki yüzlüğün yanında farkında olmadan düşünce selametini kaybetmek gibi neticeler vardır.
İmani zevkini kaybetmek,
İslam dairesine hürmetini yitirmek,
Saygı ve saygınlıktan uzaklaşmak,
Anlayış ve kavrayışın cihetleri ihata eden görüş açısından uzaklaşmak,
Farklılıkları görememek,
Kalp lezzetinden yoksunlaşmak,
Gönül huzurundan düşmek,
Duasızlaşmak,
İhtiyaçlarının farkına varamamak,
Tövbesizleşmek,
Ne yapacağını bilmemek,
Hiçbir kitabın sonunu getirememek,
Hiçbir fikri kabullenmemek,
Din kardeşliği ile ilgili olgulardan uzaklaşmak ve yalnızlık gibi bir noktaya doğru sürüp giden bir durum bir kanserli yaşam……………

Oysa hidayet mazhar olmak,kalbinin önüne gelen doğruyu tasdik etmekten ibaret bir şeydi..
Yanlışların ürkütücülüğünde uzaklaşmak ve kusurlarından teberi edilmekle süslenen bir kalpten ibaretti..
Sadakat ve kanaat ölçülerinin rıza dairesine misafir ettiği bir gönlün kabiliyetinde müştefid olacağı nimetlere ulaştırılmasıydı..
Her şeyin maliki kim olduğu..
Her şeyin mutasarrıfının kim olduğu..
Zerrelerle şemsi bir tutan, mahlûkatın bütün enfası elinde olan,
Mevsimlerden ölmelere,dirilmelere kadar olan bütün faaliyeti acibenin kimin eseri olduğu..
Ve kalbindeki en ince hatırata kadar bilindiği hakikatinden aldığı ünsiyet ve bilmekten gelen emniyet,tasdik ve takdirden neşet eden hayret ve imanıyla kazanılan bir bakıştı..
İman büyük bir nimetti..
İslam büyük bir aile..Yüzyirmidört bin enbiyası,yüzyirmidörtmilyon evliyası,hadsiz asfiyası,aktabı velisi,müdakkik ve muvahhid alimleri,müçtehid ve imamlarıyla Allah’a kulluk etmeye azm etmiş koskocaman bir devletti…
Nübüvvet yolunun yolcuları..
Rablerine olan kulluk ve icraatlarına olan rızalarıyla sevildiler.Gönül kapıları açıldı..kalplerinde kin ve nefret kalmadı..Nefislerinin nedametleriyle boyunları büküldü..Şükür içerisinde mukabele edebilmenin yollarını aradılar.Rablerinin rızasından başka şeylerle meşgul olup midelerini bulandırmadılar...

"Evet insan aldanır, ben de öyle bir dessasa aldandım?" (Sözler 7’nci Söz)

İnsanın yaratılış hikmeti ve kainatın yaratılışı,içinde bulunan donanım ve üzerinde tanzim edilmiş neden ve niçin dokusu..İradenin tercih noktasındaki hürlüğü..kanaatler..ifadeler..taraftarlıklar..iddi alar vs…
Bütün bu varlık alemi üzerinde insanın ürettiği veya tükettiği fikrin sadece insanla baş başa olması tedirginlik verici bir şey..
Örneğin;
Herhangi bir konuda duyulan ve öğrenilen bir şeyin kişi tarafından kabul görmesi veya görmemesi durumunda onu dünyasında arşivlemeden önce, bir neden belirterek etiketlemek suretiyle dünyasının bir köşesine kaldırır. Uygun zemin geldiğinde bu zeminin uygun olması düşüncenin doğruluğu anlamında değil de şartların geliştiği ortamda, konunun konumuna göre, ya sükûnetle, ya takdirle veya öfke ve inkârla, inatla düşüncesini ortaya koyar.
Küçük alamet ve işaretlere bağlı bu yöneliş kişi üzerinde nefsi manada bir kanaat veya inadi bir ayak direyişi olması çoğu zaman anlaşılmaz. Çünkü düşmanın stratejisi geniş alan stratejisidir. Şeytan için olumsuz düşünce veya olumlu düşüncenin anlık reaksiyonları söz konusu değildir. Mücadelenin sonunu hedeflemiş olmasından;
İnsanla beraber camiye gelmesi, namaza durması, helal haram hassasiyeti içerisinde yer alması bir sorun teşkil etmez. Onun en temel hedefi insanın yalnızlığını sağlamaktır.
İnsanın yalnız olma noktasına gidişinde iki esas etkilidir.Birisi bulunduğu camiaya bazı bahanelerle küsmek..diğeri ise ilmi bir kisve ile bilmek adına gerçekleşen ayrıştırmadır.Bu iki süreç aslında bir birine dayanarak kuvvet alır.Kişi küskündür ama bilgilidir..Kendi kendine yeterlidir..yol bir değil binlerdir gibi asabiyetini kuvvetlendireceği sebepleri bir araya getirerek vehimden müteşekkil bir istinad duvarı oluşturur.
Davranış ve düşüncenin sonucu nereye varacaktır?..düşüncesinin sonucu ile ilgili bir sorun algısı asla oluşmaz..çünkü yüksek hedefli bir etiket bu sorunun sorun olmaktan çıkarmıştır.
Sineklerin tatlı bir şeye üşüşmesi gibi..tekil olan başlangıç düşüncelerine her gün kuvvet verecek değişik bölgelerde gerçekleşen kopmalar meydana gelir.Kendi gibi düşünen insanlar veya kendini güçlendirmek adına toplanan delillerle yeni bir dünyada yaşamaya başlar.Algı temelinde, tartışmalı konular olması,üzerinde muhalif fikirlerin bulunması veya bir netlik bulunmaması hele de “yanlış düşünebilirim”ihtimalinin ortadan tamamen kalkması vardır.
Kişinin oluşturduğu hayal dünyasının güya fikri dayandığı noktalar hezeyanında ve sürekli güncellemek zorunda kalmaklığında da yalnızlık oluşmuştur.
Çünkü cadde-i Kübra denilen büyük caddeden ayrılan her yolcu münferittir. Ve yaratılış temel mantığında hedef münferit olan mazhariyetlerle bir birlik oluşturmak ve olumlu bir ahengi cemiyet, cemaat,millet şuurunu yakalamaktır.
Düşmanlıkla beslenmek,tekfir musluğundan su içmek,kusur aramakla bir ömür geçirmek neticesinde bir insanın nasıl öleceği ve ihtilaf ile ortaya koyduğu ittihad bozucu davranışlar neticesinde elde edeceği neticenin adına “Allah Rızası” diyebilmek..veya diyebileceğini zannetmek ne büyük bir ahmaklıktır.
Kişi belki bu noktada “Ben nasıl bir Allah’a inanıyorum”diye sorarak, Allahın İslamiyet ile ondan istediği itaat gerekçelerini irdelemesi beklide insanın en büyük meselesidir.
Evet, İnsan aldanır. Bu aldanmanın en merhametsiz şekli kişinin kendine davrandığı hatada ısrar biçimidir. Sürekli fikrinin veya düşüncesinin bir yerinde haklılık gören ve kendine o doğrultuda sürekli bir doğru düşünce niteliği kazandıran bir insanın Hilkat-i Kâinatın hikmeti anlamış olmaktan hadsiz derece uzak olduğu anlaşılır.
Hem kendi yürüyüşünü terk etmek ve başkasının da yürüyüşünü öğrenmemek..tabiri diğerle zarara rızasıyla girmek neticesinde elde edeceği sonucu şeytan onun boynuna maal iftihar asar.
Böyle muazzam bir kainat..Böyle muhteşem bir yaratış..böyle harika bir yaratılış..Hadsiz bir sanat eseri..mükemmel bir denge..mütenevvi renkler ve sonsuz bir ilmin tezahürleri..
Kendini ortaya koyan bir güzellik..maksadını anlatan bir kitap..tüm razı olma şekillerini ortaya koyan bir din..tarifnameler,tarifçiler ve daha niceleri..
Kan revan içinde bir İslam alemi..
Parçalanmış bir mensubiyet..
Fesada uğramış yüksek gayeler..
Payimal olmuş hasletler ve yüz binlerce acı..
İnsan haklı olsa ne olmasa ne..bu yıkımın içinde elinde bir tahrip kazması dilinde zehirle bu kargaşanın içine girse ne girmese ne..
Acaba Rabbimiz bizden ne istiyor..
Bu kainatı yaratmasındaki hikmet ve maksat bizim bu amacı bir kenara koyarak kendimize oluşturduğumuz sorunlarla mücadele etmemiz doğru mu?.
Allah bundan memnun olur mu?
Yani sen tefekkürü bırak..
Hüsnü zannı terk et..
Kendi doğrularınla yaşa..
Kulağını her türlü yapıcı olan düşünceye tıka..
Hiçbir doğru faaliyetin içinde yer alma..
Senin bir şey yapabilmen için senin için kusursuz hazırlanmış bir zemin bekle..
Sürekli kusur arama peşinde git..
Nefsine azami derecede güven..
Şeytanı ve düşmanlarını hiç hatıra getirme..
Güya hiçbir şey yok muş gibi yaşa..
Tüm sorumlulukları çeşitli bahanelerle terk et..
Şahsi hiçbir keyfini terk etme..
Sürekli mazeretler geliştir.
Anlamaktan dem vur.. bu mudur?
Yoksa;
Tamirin yanında..
Mütevazi..
Yapıcı..
Hikmeti düşünerek..
Maksada ehemmiyet vererek..
İncelikleri kavrayarak..
Nazik,anlayış estetiğine sahip..
Müslümanlara merhametli..
Aklı selim sahibi..
Kalbini koruyarak..
Saygılı..
Ahde vefalı..
Yanlış düşünebileceği izzetiyle doğruya müştak yaşamak mı?
Doğru düşünceler insanda yalnızlık yapmazlar. Yani yukarıda konuya girerken ifade edildiği vecih ile;eğer bir kanaat istikametli bir kanaat ise nefsani bir telezzüzden çok uzak vicdani bir sürür orada hakimdir.
Allah bir düşünceden razı olduğunda onun insanın bütün letaifine hissettirir ve memnuniyetini feyz, hoşnutluk, mutluluk suretinde insana ihsas eder.
Yani insan kanaat ettiği bir fikrin neticesinde..alaycı,öfkeli,saldırgan,kibirli,telaş lı,tereddütlü,dayanaksız,küfürlü olarak kendini hissediyorsa o kanaat şeytanın ona hediye ettiği bir düşünce mahsuldür.
Kısaca insan Allah benden nasıl razı olur fikrini yitirmez ise, hatalarına karşı sorgulayıcı, doğru ve güzel şeyleri ise sürekli olarak alıcı kalır.
Kendi kusurlarıyla uğraşır..
Hikmet penceresi ona açılır..
Hatalarını görür..
Hilkatin maksadını yaradılışın muammasını anlar..
Kendini ilgilendirmeyen ve fayda vermeyen şeylerden uzaklaşır..
Nedenin anlamadığı şeyleri inkar etmez..
Kişiler hakkında hüsn-ü zannını kaybetmez..
Takdir edebilme,teşekkür edebilme istidadını yitirmez..
Nefsani hiçbir hazza,riyakarlığa düşmez..
Varlığını devam ettirmek için dalkavukluk yapmaz..
Dikkat çekmek,şöhret olmak için türlü türlü boyaya girmez..
Allahın yaratma imtihan etme maksadına karşı hizmet edenlere saygısını yitirmez..
Onların orta çıkardıkları ve sadece Allah rızasını gözeterek neşrettikleri eserlere karşı hürmetini kaybetmez.
Allah diyen,Rahman diyen onun yarattığı şeylerdeki incelik ve sanatı bir birinin gözüne gösteren insanlara karşı şefkatten uzaklaşmaz..
Sürekli bir cidal halinde olmaz..
Sükun ve süruru yapmacık olmaz..
Aynı Allaha inanmanın mutlak emniyetini hisseder..Cemiyete dahil olur,milleti islamiyeye katılır yalnız kalmaz.
Fikrinin ipini şeytanın eline vermez..neden ben hep haklıyım diye düşünerek onun telkinlerine karşı uyanık olur vs..
Evet, insan aldanır ..Yeter ki; İnsanın geri dönebilecek izler,özürleri olsun………

Allah’a abd ve asker olmak öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise, yalnız bir asker gibi, Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli.

“Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmin” demeli ve Ona yalvarmalı.

Âdemîn Adem İle Savaşı...

13 yaşında bir intihar vakıası..Sakarya'nın Hendek ilçesinde bir orta öğretim öğrencisi,özüne kıydı..canından oldu..yaşamaktan vazgeçti…

Bu haberle beraber tekrar dünyada ki istatistiklerin gözden geçirilmesi...

Şöyle yapmak lazım böyle yapmak lazım şöyle proje hazırlanıyor vs’nin yanında..Avrupa da rehabilitasyon organizasyonları ve sosyal yozlaşmanın yazılmayacak sapkın rakamları ortalığı dolduruyor.

Kurumlar kurum egosu ile,kuruluşlar enaniyetiyle,akademisyenler benliği ile psikiyatri mesleki özbeğinisiyle,siyaset kaygılarıyla,politika endişeleriyle,sosyologlar arkeolojik gayretleriyle bir çözüm arıyorlar aslında..sorun zaten bu…

At gözlüğü takmış ve çeviri ve tebliğlerden hırsızlamak suretiyle hazırlanan makaleler..istatistik verilerinin sayı kimliği..milli yapının ülkeler üzerindeki tok görünmek dürtüsü bu konuda ne kadar ilerleme sağlayabilir.

Veya teşhis ne kadar doğrudur ve doğru olsa da tedavi ne kadar gerçekçi ya da bu teşhis ve tedavi sürecini yönetecek olan kimyasal amcanın sözleri kaç miligram etkili…Kısaca tüm bu wikpedia’lık konumu inkar etmeden çalışmalar yeterli değildir.Çünkü bu çalışmaların nasıl samimi olarak yapılması gerektiği bilmediğindendir. Tüm dayanak süreçlerini geçerek ilmiği boynuna geçirmiş bir insanı buradan nasıl indirirsiniz ???

Bu insan tüm evreleri denemiş, sağlıklı görme açı yetisi kaybolmuş ve nihayetinde yolun sonunda beklemektedir. Zaten doğru istikametse düşünebilse toplumun içinde olur ve bunun bir sorun olarak farkına varmak mümkün değil. Kendi düşünceme göre klinik tedbirlerin etkili önemleri ancak kafası karışık ve henüz eğilim aşamasında olan insanlar üzerinde etkilidir.

Birden intihara yönelen veya içine kapanarak içinde süreci besleyen insanlar için psikolojinin yapabileceği bir şey yoktur.

Ancak sosyologlar ve ortalıkta GEZİ’nmeyen STK’lar ortak stratejilerle birçok kültürel etkinlik ve önleyici etki sağlayabilirler. Sanatçılar, Tv programları ve bence asıl devrimci olanlar,gerçek ilminin sahiplerinin, edepli ediplerin ve hakikatli şairlerin birçok olumlu katkıları olabilir.

Bir TV sanatçısı kendinden başkasını tanımaya bilirken halkın onu genel itibariyle tanıması ona toplum namına bir misyon yüklemektedir. Bu sanatçı ancak sanatını kollamak kaygısı ile çizgisinde istikrarlı durmaya çalıyorsa zaten sanatçı değildir. Her fırsatta toplumu aşağılamayı adet haline getirip kendine bununla bir entelektüel sermaye oluşturuyorsa zaten de konumuzdan hariçtir. Bununla beraber doğru sanatçılar, doğru yazarlar ve toplum şairleri bu nabzın ayarını yapmakta önemli kişilerdir.

Edebiyat ve kültürün verdiği donanımla hüznü, yalnızlığı ve anlamsız algıyı sanatsal bir ezintiye ve onu mutluluk eksenine alma duygu yolunu oluşturabilirler.

Sanatçılar, toplum amacı ve misyonu olan projelere eğilim gösterip, çatışma ve aşağılamanın olmadığı senaryolara kuvvet verebilirler. Bütünü ile kilini fikrinden taburcu olmuş bir sinerji ile toplumsal bir sağduyu, bencillikten kurtulmuş bir şefkat çok şeyi meydana çıkarabilir.
Devletler katılımcı proje tekliflerine her yönüyle açık olmalı. Spesifik ve kişisel başvurular kabul edilmeli. Adeta kültürel yaşam seferberliği başlatmalı.

Yoksa,AB Standartlarında başvuru olacak..
Yok, sapı bu kadar, boyu bu kadar, örgüt niteliği bu, eş finansı bulunacak vs vs vs…
Konunun insan hayatı olması ayrı bir mesele olmakla birlikte, yaşam felsefesi açısından çok önemli bir doğası var… Bu nedenle de İntiharın siyaseti, politik çıkarı, toplumsal ezisi, milletler arası konjöktörde gizlenmesi gereken bir ayıp şeklinde algılanarak ört bas edilemeye veya başka bir alana çekilmesine hiçbir gerekçe olamaz.

Evet, İntihar en kısa tanımımızla, İnsanın kendi insaniyet kimliği ile yaşadığı çatışmaların son noktasıdır. Sürecin etkilendiği beslendiği alanlar çatışma etkisini arttıran faktörlerdir. Bu bağlamda çatışma tanımı özel olarak ele alınmalı, konu çağrışımlarla içinden çıkılmaz ve tepesine bir sürü felsefe baykuşunun tünediği bir yer olmamalıdır.

Evet, İntihar; İnsanın kendi insaniyet kimliği ile yaşadığı çatışmalara koyduğu son noktadır.
Öncelikle insanın kendi doğasıyla çatışması normal midir? Ki normaldir..Çünkü tüm evrende zıtlar ilkesiyle bulunmaktadır.Zıtlar ise doğru ve mükemmel şeyleri orta çıkaran atölyelerdir.Maddesel anlamda nesnesel bir olgu zıtların stratejik çatışmasıyla doruk noktasını bulur..Yemekle ateşin..çelikle suyun,sıcakla soğuğun gibi..her bir çatışma bir görev devri ve bir devrimin başlangıcıdır.Maddenin hayat yolculuğu süresinde kendinden alınan netice itibariyle işi bittiğinde durağan olur.Mesela demir inşaatın içine girdiğinde mükemmeldir ve Durağanlık seyri başlamıştır ve zamanla yorulacaktır.Heykel,resim vs her ne olursa olsun somut değerler ortaya çıktıklarında sonlarının başlangıcı start almış demektir.

Tüm galaksiler tüm dönüşüm ve devriâlem zıt itme güçlerinin oluşturduğu bir enerji denizinde meydana gelmektedir. Eğer zıtlık olmasa her nesne bir birine doğru akacak gereksiz ve verimsiz hatta ölümcül bir kaynaşma olacaktır.
İnsan bu geniş evren yasasından hariç kalamaz. Bu nedenle kendisine evrenden ayrılan savaş meydanında altı cihetten taarruz vaziyeti alan cephe vardır.

· Birinci cephe geçmiş zaman, doğarak geldiği ve kendinden evvel gelenlerin kaldığı yer,

· İkinci cephe gelecek zaman, yaşamı süresince ve ölümüyle birlikte gideceği öteler,

· Üçüncü cephe gökyüzü nesnesel sonsuzluk, yıldızlar gezegenlerle dolu derinlik,

· Dördüncü cephe üzerinde durduğu dünya ve sosyal ve fiziki durumu,

· Beşinci cephesi bugünü, önünde hazır olan yaşamsal değerler,

· Altıncı cephe kendi gibi etrafında olanlar ve çevresel faktörlerdir.

İşte aslı yaşam stratejisi bu savaş meydanında yapılır. Din, sosyoloji, felsefe ve felsefi ve dini akımlar kendilerine göre değerlerle oluşturdukları savaş planı ile hayat karşı çıkarlar…

Belki de tüm akımların ve felsefelerin asıl tartışacağı konu bu olsa gerek..


“Bu savaşı kim kazandı”?

“Savaş stratejimiz doğru mu”?

“Savunmamız etkili mi”?

“Zafer kimin” ?…

İşte, Din adamları, sosyoloji, toplumcular, devletler, politika her ne ise, eğer evrenin insana açılan ve insanın savaşmak zorunda olduğu cephelere lojistik sağlayamazsa insan cephelerden her hangi bir cephenin taarruzu ile yıkılacak savunma hattı çökecektir.

Evet dostlar!

Biz bu savunma hattının neresinde olabiliriz ve ya neresindeyiz?
Savaşa katılacak mıyız?
Kaçarak bizi bekleyen akıbete kadar bir şahsi lezzetin içinde saklanacak mıyız?
Bu bağlamda yaşam kültür platformu bilinen yüzlerce dostu bilinmeyen milyarlar Âdemin Neslin’ce ,Lojistik açısından iki temel soruya cevap arayacak;

1-Her şey güzel midir?

2-Her şey güzelse nasıl güzeldir?


Görüşmek Ümidiyle………

HARB-İ İKTİSADÎ...

Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul'da çok hareketli bir siyasî hayat yaşıyor, cemiyetlere üye oluyor, gazetelere makale yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu topluluklara nasihat ediyordu. Yine bir gün Şehzadebaşı'ndaki Ferah Tiyatrosu'nda Ahrardan Mizan gazetesi başyazarı Murat Bey'in bir konferansı sırasında İttihatçılar bir kargaşa çıkarmış ve Murat Bey'i vurmaya teşebbüs edecek kadar ileri gitmişlerdi. Kargaşanın kötü sonuçlar doğuracağını gören Said Nursî, oturduğu iskemlenin üstüne çıkarak, fikre saygı gösterilmesi ve hatibin dinlenmesi gerektiğini anlatıp, salondaki heyecanı yatıştırmış ve büyük bir kavgayı önlemişti.

O dönem İstanbul'u, birçok siyasî ve sosyal olaylarla kaynıyordu. Hamalların, İttihatçılara ve Meşrutiyete karşı bir ekonomik engelleme hareketi olarak başlattıkları boykot da bu olaylardan biriydi. Böyle hareketli bir ortamda, İstanbul'da yaşayan ve hamallık yapan Kürtlerin kandırılarak siyasî ve anarşik olayların içine çekilmesinden endişe eden Said Nursî, hamalların yoğun olarak bulunduğu yerleri, özellikle kahvehaneleri gezerek onlara meşrutiyeti anlatıyor ve boykotu o sıralarda Bosna-Hersek'i ilhak eden Avusturya'nın mallarına karşı yapmalarını tavsiye ediyordu. Bu görüşmeler sonucunda hamallar ikna olarak boykotlarını yalnızca Avusturya mallarına karşı uygulamışlardı. Böylelikle Bediüzzaman, hem çıkması beklenen muhtemel anarşiyi önlemiş, hem de Avusturya mallarına karşı boykot başlatarak Osmanlı Devleti'nin devletlerarası politikada Avusturya'ya karşı mesafe kazanmasına öncülük etmişti.

Kaynak:Risale-i Nur Enstütüsü /Bediüzzaman Biyografisi


İşte o hammalların, Avusturya’ya karşı, benim gibi bütün Avrupa’ya karşı boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda akılane hareketlerinde bu nasihatin tesiri olmuştur.


Bediüzzaman

Konunun dip notunda ise;

"Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamülatını giyiyorum"
demiş.

Uyumayan düşman yazımızda değindiğimiz Avrupa dessas zalimleri, Asya münafıkları gibi, Âlem-i İslam’ın düşmanlarına karşı iktisadi bir boykotun tesirli bir direniş fikri olduğu hakkındaki kanaate devam etmek niyeti ile bu yazımıza devam ediyoruz.

Ayrıca bugün tüm dünyayı ekonomik gücü ile etki altına alan Çin’in Müslümanlara karşı olan zulüm ve işkencesi de göz ardı edilemez büyük bir cinayettir.Enterasan olan Uygur Müslümanlarını katl eden bu zalimler,İslami tüketim mallarını üretmekte dünya lideridir...Hac ve ümreden gelen takkelerimiz,otomatik zikir aletleri,seccadeler vs vs vs.......


Müminlerin inanmakla Allah tarafından ilan edilen üstünlüğü..ve imanın mizacında olan kardeşlerine karşı azami şefkat,düşmanlarına karşı korkusuzluk ve az kuvvetle galip kılınmak gibi ilahi destekler bugün bu şartlarda var olan ama ulaşılmazlık noktasında görmek mümkün.Fakat tevekkül ve mücadelenin kararlılığı bu potansiyel gücün,müminler açısından lehde bir inayete çevrilmesinin, Rahmeti İlahiyeden ümid edilmesi gayet haklı bir bekleyişi ifade edebilir.

Safların ayrışması cephelerinde belirginleşmesini gösterir.Ancak bugün bir sıraya gelmiş,aynı tezgaha konulmuş ve karakterleri bir biri içine girmiş,dahilde dal budak hatta kök salmış olan yapılanmayı ayrıştırmak ve genel anlamda bir cephe oluşturmak pek kolay görülmemektedir.

Ortada dem ve damarlara sirayet etmiş bir tiryakilik hükümferma olduğundan bu bağımlılıktan kurtulma azmini göstermek ve bir ulvi idealin dava kabul edilmesi ile Milliye-yi İslamiye ile hareket edebilmek gerçekten kahramanlıktır.

Kişisel kalite ölçülerimizde esas olduğundan burada yine aynı kıstasla ferdi olarak bir direnişi insan şahsi âleminde başarsa, Alem-i İslam kadar külli bir niyeti ve alemi asgarında ise o millet kadar küçük bir devleti islamiyeti barındırmış olur. O nedenle bu emperyalist, Siyonist güçlerle mücadele edilmez vehmini bir kenara bırakarak, hamiyeti milliye-yi diniye ile safını belli etmek noktasında bir keyfiyeti düşüncemize esas tutuyoruz.

Bediüzzaman’ın 1952 yılında Eşref Edip ile söyleşisi sırasında ifade ettiği;

"Bana ıztırap veren," dedi, "yalnız Islâmın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. Işte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur. Yoksa, şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da, îman kalesinin istikbâli selâmette olsa!"

Yüz binlerce îmanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve tesellî vermiyor mu?"

Evet, büsbütün ümitsiz değilim…

Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sâri illete karşı İslâm cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş, bâtıl formülleriyle mi? Yoksa, İslâm cemiyetinin ter ü taze îman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. Îman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için, ben yalnız îman üzerine mesâimi teksif etmiş bulunuyorum.
"Risâle-i Nur'u anlamıyorlar yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bâzı eserler telif eyledim. Fakat, ben öyle mantık oyunları bilmiyorum, felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmânını terennüm ediyorum, yalnız Kur'ân'ın tesis ettiği Tevhid ve îman esâsı üzerinde işliyorum ki; İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.

Diyerek ruhundaki fevaranı ve hizmet-i diniye ve imaniyesinin çerçevesini gösteriyor.

Fakat ne yazık ki birçok insan bu önemli gelişmeyi, kanser gibi yayılan önemsizleştirme ve nazarı dünyaya çevirme strajesini kavrayamadı. Küfür, nefsin mahiyetinde olan peşincilik ve hazır lezzet tutkusunu güzel kullandı.
Modadan, yiyip içmeye, yiyip içmekten gezip tozmaya ve gezip tozmaktan bireysel yaşamın bencil dünyasına toplumu sürükledi.

Yaşlılar huzur evlerine,bayram günleri Kış aylarına denk geldiğinde Avrupa,yaz aylarına geldiğinde sahil kıyılarına seyahatler başladı.Oruç aylarının 2010-2013’lü yılları bu ayın hürmetini saymayan insanların aleni olarak baş kaldırışlarına sahne oldu.Camilerde içki içe bilme ve daha bir çok rezalete tevvesül edebilme isyanı kendini gösterir oldu.Bu ifadeler bir şikayeti dile getirmek maksadını gütmüyor..asıl ifade edilmek istenen Şeytan’ın Âdemoğluyla olan mücadelesinde ne kadar başarılı olduğuna dikkat çekmek.Ve kendi ordusuyla zayıf toplumlar ve Müslümanlar üzerindeki bombardımanında ne kadar etkili olduğunu göstermek.50-60 yıl önce Bediüzzaman’ın ifade ettiği dünyanın buhran geçiriyor olmasında nasibimizin ne kadar ziyade olduğunu bilmek.

Ülkemizdeki boşanmalar..Uyuşturucu kullanma yaşı..Hapishanelerin doluluk oranı..Suç çeşitliliğindeki artış..Dolandırıcılıklar..Organ mafyası..Tacizler..Anarşi..Her yıl artan intihar vakaları vs vs vs…

İnkişaf etmeyen ne? Yüz yıl önce yaşanmadığında gizlenmiş İslamiyet’in elimizden tutacak merhameti bugün de mi küsmüş durumda..?

Allah’tan hangi küresel mutluluğu ve saadeti bekleyebiliriz..dileklerimiz hakkında şefaatçi olarak sunabileceğimiz gözyaşı ve pişmanlıklarımız yeterli mi?

Dilerse bizi affedebilecek olan Allah bizi affetmeyi dileyebilir mi?

Bir diğer mana ile “İrade-i Külliye hangi İrade-i cüz’iye üzerine taalluk”edecek…

Yani ortaya koyulmuş, hamiyet, muavenet bekleyen bir irade var mı?

Yoksa sürekli bir ihtiyaç dairemiz var ve tüm himmetimiz o ihtiyaç dairesini kutsallaştırmak üzeremi hamiyetini göstermekte.
Önce can mı?
Eve lazım olan camiye haram mı?
Allah versin mi?
Bana dokunmayan yılanın bir hakkı hayatı var mı?
Bir haber programında saçlarını sarıya boyatmış bir genç kıza habercinin sorduğu neden sorusuna genç kızın verdiği cevap çok enteresandı..Şöyle demişti:

Özendik ve boyadık..sonra baktık ki bu biz olmuşuz…

Tüketim alışkanlıkları karakter oluşturmakta çok etkilidir. Az çok bir şeyler araştırma merakı olanlar bu bilgilere ulaşabilir. Geçen yazdığımız “su damlası” satırlarındaki ihtiyar hoca çocukların dışarıdan bir şey yemelerinin onların karakterleri üzerinde olumsuz etkilerine değinmiş ve besmeleyle hazırlanan yemeklerin mizaç üzerindeki olumlu etkisinin öneminden bahsetmişti…

Konumuza dönersek..bugün tüm İslam alemini tahripleriyle ele geçiren ve inleten ve siyasetlerini ele geçirdikleri ülkedeki kukla iktidarın zulümlerini besleyen ülkelerin asıl gücü dünya üzerinde hakim oldukları ekonomik baskı parasal güç iktidarıdır.

Oluşturdukları zaruret politikaları ve finansal sömürü ile iktisadi hayatın kontrolünü elde tutmaktadırlar.

Bireysel etkileşim olarak ve kısmen baktığımızda bile bu kültürün hayatın bütün alanlarına sirayet ettiği ve her şey bulaştığını görürüz.

Seyrettiğimiz sinemalar..özgürleşen kadınlar..asi gençler ve herkesçe malum olan çöküntü artık bacalarımıza sarmış durumda.

Hepimizin paçasını kaptırdığı bir banka..alışkanlık yaptığımız bir kafeterya..müptela olduğumuz bir online oyun..saatlerimizi geçirdiğimiz bir internet tarrakası..acı bir facebook,twetter davası vardır.

Ve bunun acısını hissedebilecek bir baskı onlarca teville tarafımızdan geçiştirilmiş veya geçiştirebilmemiz için organize edilmiştir.

Hepimiz iki satırda meramını anlatabilir bir duruma geldiğimiz gibi iki satırdan fazlasını okuma kabiliyet ve tahammülünü de kaybettik. Kelimelerimizi bize ait cümleleri yazdığımızda sistem onları hatalı kelimeler olarak gösteriyor. Ve uzun yazıların vurgusuzluğu sıkıcı bir durumda uzun konulara ilgiyi azaltıyor.Ve bunlara alıştık.Çünkü hızlı ve anlamsızca tüketmeli ve aynı anlamsızlıkla tüketilmeliydik.

Evet Dostlar! Kendi yaşamları için yaşamamıza izin veren ve sürek avı keyifleri için bizi öldüren bu zalimler topluluğuna karşı belki bugün siyaseten bir şey yapmak kolay bir şey değil veya siyasetin böyle bir düşüncesi olmayabilir.

Global politika ve karşılıklı çıkarlar dava misyonu olarak küresel arenada bir etkilik yapması söz konusu değildir vs vs vs. Dünyanın gelmiş olduğu süreç bazı ilahi yasaları çiğnemek noktasında ruhsatlar temin edebilir bu böyle gelip böyle gidebilir…

Ancak gerçek iman sahipleri için bu böyle değildir. Hakkın hatırı âlidir hiçbir hatıra vb. duruma feda edilmez.

İmandan medet alacak, İslam ahlakından beslenecek bir yapılanma idari noktada olmadığından küçücük bir cereyan menfi bir akımda siyaset ve kurumlar aciz kalmaktadır.
Agresif bir ahlak hareketi başlatma noktasında bir kararlılık ve strateji başı dik bir şekilde ortaya çıkamamaktadır..maalesef…

Çünkü halka olan güven siyasete olan güveni sarsacağından politika bu açık sözlülüğe yanaşmamaktadır.

Yani Dostlar! Hükümet hiçbir Çin malını, Fransız müskirini, İsveç çikolatası, ABD kolası, Yahudi bilmem nesini Boykot etmeyecek edemeyecektir. Dünya politikası ve siyasetin küresel ve hâkim baronları ipleri elinde tutmaktadır.

Ülke içerisinde olan ve bu pis ahlakı benimsemiş bazı firmalarında maalesef kontrolü yapılamamaktadır. Bu millete yedirmedikleri halt kalmayan yerli münafıklar ayrıca dikkat edilmesi gereken, kâfirlerden daha şiddetli, seciyesi bozuk, İslam ahlak zincirinden çıkmış şeytanlaşmış insanlarda vardır. Devlet bunlarla kalıcı bir şekilde mücadele edememektedir. Kontroller ve gerekli mevzuat ve düzenlemeler ne yazık ki yürütülememektedir. Çıkarılan kontrol ve denetim yasaları sürekli ötelenmekte, ceza ve yaptırımlar tarihi olan gelenekle sürekli pas geçilmektedir. Bu nedenle akıllı tüketim sadece, dinsiz imansızlara karşı değil, dinini ve imanını dünyaya satanlara karşıda geçerlidir.

Ancak ne olursa olsun..halk yani bizler sabretmeye ve vazgeçmeye karar verdiğimizde işte bunların buna karşı yapabilecekleri bir şey yoktur.Kimsenin burnunu sıkıp ağzını açtıramazlar.Rabbimizin Şeytana karşı “Senin benim ihlaslı kullarımın üzerinde bir etkin tesirin ve yaptırım gücün yoktur”meyanındaki ifadesi bunu isbat eden bir Rabbani kaynak olsa gerek.

Evet Dostlar! Kendi içimizde olan münafık sanayici ve üreticileri beslemeyeceğimiz gibi, dünyayı fesada vermiş, kana bulamış bu canavarların, kanımızı içerek bize sundukları şeyleri kullanmayalım.

Zaruri olmayan ihtiyaçları zaruri hale getirerek kurdukları imparatorluklara güç sağlamaya devam etmeyelim.

Alışkanlıklarımızı terk edelim. Değişimi kabul edelim. Allah’ın sevmediği müsrifliklerle ve bu bu müsrifliği düşmanlarımız elinden alarak yapmış olmayalım…

Kitaplara dokunalım..çok çok okuyalım..biraz fazla yürüyelim..yapay hiçbir şeyi tüketmeyelim..Dostlarımızı yüz yüze ziyaret edelim..dualarımızı tüm Alem-i İslâmı içine alacak şekilde genişletelim…Hayırlar kurtuluşlar temenni edelim.Bazı gecelerimizin yarılarını bu manevi mesaiye ayıralım.Ki Rabbimiz beklemek yüzümüzün olacağı günleri bize ihsan etsin diyebilelim…

El Hasıl..Bediüzzaman’ın ;

"Siz Avusturya’ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa’ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mamülatını giyiyorum"

Boykotu nevinden yalnızca maddi manevi İslam memleketinin mamülatından istifade edelim…