26.10.16

EBCED, HEVVEZ, HUTTİ VE RASTGELELİK

Hazırlanmış bir sofranın üzerinde, sözgelişi, 10 çatal, 10 kaşık, 10 tabak gördüğümüzde, bu sofraya 10 kişinin oturacağını yüzde yüze yakın, kesin bilgi ifade eden bir tahmin yürütürüz. Çünkü kesin bilgi edinme yollarının başında gelen, vahiy kaynağının dışında, gözle görülen husustur. Semavî kimliği belli olan Kur’an sofrasında serilen ve akla hitabeden tevafuklar, söz konusu misalden çok daha açıktır. Ve buraya davet edilen hikmet misafirlerini, birer ilâhî işaret olarak kabul etmek gerekir. 
Yine, bir ifadenin içerisinde yer alan kelimelerin diziliş şekilleri ve harfleri, o ifadenin anlamına ne kadar yakınsa, münasebet ipçikleriyle ne kadar  bir örgü kurabiliyorsa, o ifadenin ulvileşmesine o ölçüde katkı sağlar. Bu husus, Belağat ilminin önemli bir kaidesidir.  İşte, Kur’an’ın kelime ve harflerinde değişik şekilde görülen tevafuklar, doğru olarak gösterilebildiği ölçüde, birer belağat ve birer edebî sanatı ifade ettikleri gibi, aynı zamanda gaybî haberler veren birer işaret lambaları görevini görürler.
Ebced hesabının menşei hakkında farklı rivâyetler vardır. İslâm öncesinde 22 harften meydana gelen ve “Ebced, Hevvez, Hutti, Kelemen, Sa’fez, Kareşet” kelimelerinin sayısı olan altı rakamı gözönünde bulundurularak, Medyen hükümdarlarından altı kişinin adı, İlâhî isimlerin altı anahtarı, hafta günlerinin adı v.s. gibi kesin bilgiyi ifade etmeyen değişik rivayetler sözkonusu edilmiştir.    Tâhirü’l-Mevlevî’ye göre, Arap ebcedinin İbranî ve Arâmî alfabesinden alındığına şüphe yoktur.  Nitekim Arap edebiyatının ünlü isimlerinden Müberred ve Sîrâfî gibi âlimlere göre de Arap ebcedi, yabancı menşe’lidir.
Ebced düzenini, ‘Arap alfabesinin ilk tertibi; harflerin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi ‘ şeklinde tarif eden Türkiye Diyanet Vakfı tarafından çıkarılan İslâm Ansiklopedisinin verdiği bilgiler de,  bu sistemin, İbrânîce ve Ârâmîce’nin de etkisiyle Nabatîce’den Arapçaya geçmiş bulunduğu ve Hz.Peygamber devrinde de olduğu gibi kullanıldığı şeklindedir.
Keşfu’z-Zünûn’da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan mânevî ilimlerde derinleşen simalar için bir çok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz.Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyte tevârüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivâyetlere işaret eden Katip Çelebi,“Bu ilme, ancak âhirzamanda gelecek olan Hz.Mehdî, hakkıyle vâkıf olur” diyen bazı âlimlerin görüşlerine de yer vermiştir.
Bazı oryantalistler tarafından tertip edilen ve Mısır’da tercüme edilerek neşredilen “Dairetü’l-Mearifi’l-İslâmiyye”de belirtildiğine göre, harflerin, rakamlara delâlet etmek üzere kullanılma geleneği, İbrânî ve Arâmîlerde de vardı. Hemze’den, kaf’a kadar olan harflerin, birden yüze, son dokuz harf de 200’den 1000’e kadar rakamlara delalet ediyordu.
Kur’an’da Ebced hesabının  varlığını kabul eden Ebu’l-Aliye gibi alimlerin görüşlerine yer veren Kadı Beydâvî, onların dayandıkları Ebcedle ilgili meşhur hadisi kabul etmiştir. Ancak Hz.Peygamber’in onlara karşı gösterdiği  davranışın, onların söylediklerini kabul ettiği anlamına gelmeyeceğini aksine onlara karşı gösterdiği tebessümü, onların cehaletine karşı bir tepki olabileceğini vurgulamıştır. Bununla beraber, Kur’an’da Ebced hesabının varlığını kabul edenlerin, kabul gerekçelerini şöyle özetlemiştir: “Her ne kadar ebced hesabı, yabancı kaynaklıdır, fakat, Araplar dahil insanlar arasında, o kadar meşhur bir yere sahip olmuştur ki, âdetâ, yabancı kökenli olan mişkât, siccîl, kıstas kelimeleri gibi artık Arapçalaşmıştır. Onun için onun göstereceği delâletler, diğer Arapça ifadeler gibi makbuldur.”
İbn Aşûr gibi bazı âlimlerin bildirdiğine göre, ebced hesabı, kadim zamandan beri kullanılagelen bir sistemdir. Hz.Davud’un kitabındaki bazı neşideler bu hesabın simgelerini taşıyor. Yine Romalıların bu sistemle rakamlar kullandıkları bilinmektedir. Bu sistemin Araplara, Romalılar veyahut Yahûdiler tarafından geçtiği tahmin edilmektedir.  İbn Aşûr, mukattaat harfleri ve ebcedle ilgili rivâyet edilen hadîsi anlatırken “Hz.Peygamber’in onlara karşı diğer bazı harfleri zikretmesi O’nun bu harfleri ümmetin ömrü için birer işaret kabul ettiği anlamına gelmez.” şeklinde bir değerlendirme yapmıştır. Ancak kendisi, hadîsin sıhhati konusunda bir şey söylemediği gibi, ebced hesabını inkâr ettiğini gösteren bir ifadesi de sözkonusu değildir.
Hâkim‘in Müstedrek adlı hadis kitabının tahkikli neşrini gerçekleştiren Yusuf Abdurrahman Maraşlı, söz konusu kitap için hazırladığı fihristin mukaddemesinde “ebced” konusuna da değinmiştir. O’na göre, İslâm öncesi dönemlerde Yahudî ve Hristiyanlar tarafından kullanılan ebced sistemi, İslâm’ın zuhûrundan itibaren yaklaşık bir asır kadar eserlerin tertibinde kullanılmış daha sonra terkedilmiştir. Fakat, “ebced hesabı”, bir matemetik sistem olarak, tarih boyunca kullanılmaya devam etmiştir.  Daha önce 22 harfden oluşmuş bu sisteme müslümanların işi ele almaları ile, peltek se, hı, zel, dad, zı, ğayın” harfleri ilave edilmiş ve sayı 28’e ulaştırılmıştır.
Muhammed Hamidullah’ın görüşü de şu merkezdedir: Ayın 28 menzili gibi, Arap alfabesi de 28 tanedir. Bunların her biri 1’den 1000’e kadar rakamları ifade eder. Sûre başlarında bulunan hece harfleri ise 14 tane olup yüksek mânâlar ifade etmektedir.
Güzel bir tevafuktur ki, Ebced sisteminin asıl adı olan “Ebû câd”kelimesinin matematik değeri, 17’dir.  İslamın ortaya çıktığı sırada, Mekke’de yazı bilenlerin sayısı da 17’dir.

20.10.16

Duaya Ulaşmak

Dua tam bir ibadettir..Hz Muhammed Aleyhisselatu vesselam…

Dua bir sırr-ı azîm-i ubûdiyettir.(kulluğun büyük sırrı)

Belki ubûdiyetin ruhu (Allah’a CC kulluğun,hayat kaynağı,cevheri,canı) hükmündedir.Bediüzzaman

Duanın şe’ni,(özelliği) terdad ile takrirdir.(tekrar ile sağlamlaştırma) Bediüzzaman
........
Allah’a CC verine fıtraten verilen misaka sadık kalmak uzun soluklu ve daimi bir durum, hayatlı bir daire, titiz yaşanılacak bir ömür çizgisidir.
İbadet denilen hakikat,yaratan ve yaratılan arasındaki münasebeti karşılıklı bir konumda tutan yegane yoldur.Muhtelif şekli olan ibadetin şuurlu dili ise duadır.Gizli, açık seslendirilen isteklilik hali..düşünceyi,arzuyu itiraf eden,hal ve kal’e tercüman olan aracı fiil duadır.
İnsan kendini ne kadar tanırsa acizliğinin ve fakirliğinin farkına varır.İhtiyaçlarını kavrar.Gereksinimlerini giderecek bir yol arar.Çünkü insanlığı kaybolmamış bir insan,Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle ;” İnsan insaniyete layık bir şerefle yaşamak ister”…
Biraz daha akıl yürüten bir insan maddi manevi ihtiyaçlarını nasıl tedarik edebileceğini düşünmeye ve taharriye başlar.Bir çok sebep dairesinin kapısını çalar…
Ve sonunda “isteyende aciz kendisinden istenen de” buyrulan hakikatin kapısına yanaşır…Esbab yolunun bittiğini anlayan veya sebeplerin mahiyeti asliyesini kavrayan bir iz’an “Esbab ise bahanelerdir, vesait de perdelerdir” penceresinden nefes almaya başlar…
Tüm bu iletişim ve etkileşim bir birine bağlı olan; iman, tanımak bilmek, sevmek üçlüsünün sonucudur.
Bir maliki, yaratanı olduğuna sağlam iman etmemiş birisinde, onu tanımak merakı oluşmaz. O’nu tanımak merakı oluşmayan bir inanç ise taklidi ve örfi bir inançtır. Zayıftır, hatalıdır, tehlikelidir.
Ancak yaratanın varlık ve birlik delilleri ile hüccetlendirilmiş olan bir iman..iman sahibinde tanımak,bilmek hissini ve sevkini meydana getirir.Bu nedenle sonsuz bağ ve bu bağlar arasında hadsiz ilişkileri olan bir münasebeti,bildim,buldum zannetmek ;küçük bir lem’ayla kifayet edip ışığın kaynağına ulaşamamak anlamına gelir.
Daha yok mu? Yaklaşımıyla genişleyerek yürümeye devam eden bir isteklilik ve ilgi bilmek tanımak ufkunda, sonsuz nur bulmaya neden olur. Muhatabı hakkında elde ettiği her bilgi,ulaştığı her nimet,aklını,kalbini,ruhunu olgunlaştırıp kamil bir noktaya doğru çekecektir.Bilmek ve bilinmek denge noktası ise bir çok sırrı,muhabbetti,aşkı ve vuslat iştiyakını netice verecektir.
İşte dua bu bilmek bilinmek denge yolculuğundaki tekellümdür.Konuşmaktır.Arz-ı haldir.Talepleri,edepleri ifade etme aracı,sevgiyi ilan vasıtasıdır.Razılık ilamını hadsiz nazarlara açan ve temaşaya davet eden,kulluk mayasının gereğinin teşhidir.
Yani aslında dua,yakın geleceği ilgilendiren bireysel talepleri elde edebilmek için bir usul olmaktan çok daha yüksek bir değere sahiptir.
Ve dua,edilen muhatabı itibariyle hakiki ihtiyaç,iştiyak ve samimiyete ve istenilen şeyin değeri ile ilgili bir denkleme de sahiptir.Bazı dünyevi meseleler duanın temas edebileceği her şeyi dikkate alır.Bir amaca uğraşmak,o amaca tayin edilmiş maksad veya fetvaya namzet,yada akıbete düçar veyahut nimete mazhar olanların yaşam dairelerindeki tüm münasebeti kapsar.Bir çocuğun gözyaşına takdir edilmiş şekerlemenin veya bir ailenin sofrasına gelecek ekmeğin temas edebileceği,yağmurdan toprağa,topraktan başağa ilaahir ..bir etkileşim alanına sahiptir.Manzaranın bütününü göremeyen cinayetkar hırsın müdahale talebi meşieti ilahiye tafaından geri verilir.Üstadımızın dediği gibi,Meşieti ilahiye meşieti beşeriyeyi geri verir.Kader konuşur cüz-i ihtiyari susar.
İşte çok istimal edilen “HAYIRLISI”kelimesi kader bezminde hudutları malum olmayan sınırlara müdahil olmaktan edeple içtinap edip teslim olmanın bir ifadesidir.
“Eğer hak onların keyiflerine tâbi olsaydı, gökler ve yer fesâda uğrardı.” Mü’minûn Sûresi, 23:71. Buyrulduğu ve yine üstadın şiddetli ifadesiyle;
“Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz’îhevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, nakmet olarak gördüğün şey belki ayn-ı nîmettir? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin? Hitabı ile karşılaşır.
Eğer talepte edep olmaz ise bütünüyle bir mahrumiyettir. Çünkü talep dillendirilen bir ihtiyaçtan ileri gelmektedir. Hakikatte bir hak kaybının feveranı değildir.Velev öyle olsa Allah’ın adil olduğunu bilen bir iman teslimiyet yolunu tercih ederek,kaderin adaletini bekleyecektir.Evet bir aczin ve ihtiyacın lisanı olmuş bir lisanın mahviyet ve tevazu içinde bulunması ve ilan ettiğine tevekkül etmesi esastır.
Tereddüt göstermek, delil sorgulamak, acabalar içinde olmak, dua edilen hakkında bilgisizliğe ve inanç zafiyetine delalet eder.
Örneğin; İşitir,bilir.Görür ve lakayt kalmaz…Kudretli ve merhametli..vermeyi sever ve muktedir..kullarının mutlak hayrını ister..yaratan ve yarattığına hakim..her şey onun izni ile meydana gelir..vb bilen bir yakarışın vehimle münasebet kurup çelişkiye düşmesi talihsizliktir.
Evet, duanın dua olabilmesi için, imtihanın kavranması, ihtiyacın gerçekliliği, talepteki içeriğin nefsi zaaf ve isyan, tahammülsüzlük içermemesi, tevekkül ve kanaat ile güven ilkesine sahip olması önemlidir.
Yani ,umumu alakadar eden şeylerde sana göre diye bir şey olmaz.Zaman,zemin,mekan etki alanı,diğer haklar veya haksızlıklar,takdirler,sonuçlar vb çok geniş bir daireyi içine alan durumlar göz ardı edilmemeli.Kişi kendince ihtiyaç gördüğü şeyleri ve talepleri uygun bir üslupla dile getirip neticeye kanaat etmeli..olursa nurun ala nur..olmaz ise vardır bir bildiği deyip..durumu muhabbetle kabullenmeli..
İnsanların konumları karıştırmaları öncelikli meselelere yer değiştirdiğinden,beka yanında sinek kanadı kadar değeri olmayan bir dünyanın işlerine ,kırılacak camlarına elmas bahası verildiğinden,kendilerini ilgilendirdiğini düşündükleri boylarından büyük şeylere gözlerini dikmiş,severek isteyerek kendi olumsuz akıbeti için dilekte bulunabiliyor.Oysa kabul olmadığını düşündüğü dualarına yön değiştirip;
Hakiki geleceğimi zenginleştir..
İman selameti ver..
Rızanı kazanmamı nasip et..
Emaneti bir hakkın eda edebilme,sana ulaştırabilmeme yardım et..
Beni kötü huyladan ve günahların arkadaşlıklarından kurtar..
İlmimi arttır..imanımı arttır..
Seni sevebilme kabiliyetimi genişlet,sevdirebilme hizmetleri içinde bulundur..
Doğru ahbablar ve dostlar lutfet..
Cennetine al..âmin gibi isteklerde bulunsa talebin doğruluğu ve ihtiyacın realitesi itibariyle,ilme,imana,hizmete dair şeylerdeki isteklere gelen cevaba kendisi şaşıracaktır.
Mahiyet itibariyle mezra olan bir yere,kalıcı bir nazarla bağlanmak,orada rahata ulaşmaya çalışmak,ona baki bedeller vermeye hazır olmak,müminler açısından Rahmet-i İlahiyeye uygun olmadığından ,zahiren red cevabı ile karşılaşabilir..hakikatte ise merhamet ile baki meyveler verebilir.
Üstadın dediği gibi..Hikmetine itimad etmeli,rahmetini tenkid etmemeli…
Bazen ise çok ısrar kerhen bir takdire rast gelir..bir elde edilir bin kaybedilir..el iyazu billah…
Konuya girerken paylaştığımız dua ve ibadet ilişkisi ile ilgili konuları nazara almalı.Duayı Rabbimizi tanımaya vesile yapmalı.Yoksa hakkında hiç bir şey bilmediğimiz,isim ve sıfatları hakkında bir ilme,hangi icraatı hangi sonuca bakar,neyi nasıl verir,ekser faaliyet tarzı hakkında bir görüş ve birikime sahip olmadığımız,sevgisinden,güzelliğinden,cömertliğind en,adaletinden,takdirinden emin bulunmadığımız ,zenginliğinden birhaber kaldığımız,itimat etmekte teraddüt yaşadığımız,onu razı etmek hususunda bir titizlikle davranmayışımız,ibadetlerimizdeki eksiklikler,emirlerine gösterdiğimiz hassasiyet yoksunluğu ile ..şunu ver..bunu ver..niye vermedin gibi bir gaflete düşmek feci bir sonuç olsa gerek… Doyma yeri olmayan bir yerde doymaya çalışmak ne kadar boş…
Evet kısaca neyi nasıl isterim den çok önce, dualarımla Rabbimden kendiyle ilgili bana bahşedeği marifetten ve mağfiretten ne dileyebilirim.Onu ve kendimi nasıl tanıyabilirim.Benden ne istediğini nasıl öğrenebilir ve nasıl karşılık verebilirim gibi..duayı O’nun yakınlığına kavuşma vesilesi yapmalı…
Temelleri olmayan veya zayıf olan hiçbir bina sağlıklı değildir.Doğru talepler,duanın kabul şartları risale-i nurlarda ve bir çok alim ve kaynaklarda vardır.Bu bilgilere ulaşmak kolaydır.Ama duaya ulaşmak bambaşka bir şeydir.
Herkesin iman ve marifeti nisbetinde kendine ait kelimeleri oluşur.Duasının kendine özgü bir dili ve rengi meydana çıkar.Kendi sesi ve iniltisi dileklerini şekillendirir.Ne zaman ki insan,parmak izi gibi,kimseye benzemeyen yüzü gibi,kimsede olmayan hisleri gibi sözcüklere kavuşur..işte o zaman duaya ulaşır.Sevilenlerin dualarına kendi dualarını karıştırır,öğretilenleri ikrar ile tekrar ederek sağlamlaştırır..Asıl matlup,maksad,kendini gösterir.
Kısaca makul duada devam duaya olan sırra bir yolculuktur.
Dua ile elde edilen neticeden daha önemli olan dua edebilecek bir imana sahip olabilmektir.
Yine dua ile elde edilecek şeylerden daha önemli olan şey, dua edebilecek birinin kulu olabilmektir…
Evet sevgili dostlar duaya ulaşabilmek niyetiyle hoş kalın……….

İstemek Güzel Şeydir...

Hayat memat yaşar insan…
İki aralık bir derelik yerler ve bir birinden garip menzillere de uğrar. Dolu dolu ve coşkun anların yüzünde ve yüreğinde bıraktığı hoşnutluklar olduğu gibi yüreğini ezen gönlünü bizar kılan zamanları da olur.
"İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir."
Buyrulduğu gibidir kısaca…
Ömür apartmanının her katında iniş ve çıkışların ve geçici konaklamaların, yani her bir adımın kendine mahsus bir etki ve tepki karşılığı vardır.
Ve insan her hadisenin durumuna göre ayrışır hayattan. Bütünüyle kendine dönük bir açıdan kendi dünyasına bakar.
Dimağında, kalbinde, ruhunda ne var ise onunla karşılar gelenleri. Bilmekle şekillenen davranış biçimleri, güvenli bir mukabelede bulunurken, bilmemekten gelen tutumlar endişeli ve telaşlı bir şekilde ortalığı velveleye verir.
Her hadisenin kendine özel karşılığı vardır. Hayatın her yerinde ve her ihtiyacın giderilmesinde adeta ona tahsis edilmiş bir çözüm ünitesi bir tedarik merkezi bulunur. Acıkınca yemek yenilir. Üşüyünce ısınılır. Uyku gelince uyunulur. Hastalık gelince şifahaneye gidilir gibi…
Bazen konuşmak ister insan bir dost ve arkadaş aranır. Bazen bir emele ulaşmak hisse hissesini ister istemekten uğruna neler feda edilir.
Bazen hayallerin önü kesilir bir şeylerle insan üzülür,boynu bükülür.Her hedefin sebeplerle ilişkilendirildiği bir esbab dünyası yol keser bazen.Cansız hayatsız bir çok engeller veya müracaat isteyen şartlar oluşur önünde.Her biri bir perde veya aşılması gereken engel yada ulaşmak istenilen noktaya bir merdiven görevi yapar.Ve öyle halleniriz ki onlarla ,hakiki tesirin geldiği noktaya kör olur,vasıtaları azl etmekte zorlanırız.Veya onların kullanılmasının hakkını veren bir nazar bir teşekkür ve üzerlerini aşan bir şükürle veda edemeyiz olan bitenin olup bittiği yerde.
Ve insan bu döngüye alışır.Bu dönencenin varlığından uzak açılara yaydığı halelerden bihaber kalır.
Varlığı içinde var olmasına karşı var eden bir yöne kalbi hızla atarken, yeknesaklık ve ülfet o pervazın üstünü örter. Duygular Gülleşmeden küllenir.
Her gidişin “Nereye”sorusu vardır aslında..Her isteğin “Ne için”sorusunun olduğu gibi…Her beklentinin bir bekleme süresi intizarında gizlidir.
Her umud edilenin “Ne olduğu ve Neden olduğu,ve Neden olacağı”şeylerde onun mahiyetinde iç içedir.
Fakat arzular o kadar telaşlıdır ki yol lambalarını ayrıntı görür.Ona lazım olan rehberlikleri hafife alır,söz dinlemek istemeyen körlüklere kapılır ve koşarak kendinden uzaklaşır.
İnsan bilerek ve bilmeyerek..Yada kendisinin bilmediği ama bilenlerin hazırladığı çukurlara düşer.Ve bütün dünyanın iki akım arasındaki çatışmanın meydanı olduğunu unutuverir.
Garip garip taraftarlıklar sahibi olur. Bulunduğu safın nerede olduğunu fark edemez. Didişir bir şeylerle ve kapılıp bazı cereyanlara birçok talihsiz söz söyler.
Aslında nasıl giderse gitsin ve nereye giderse gitsin oradan geriye ol gelmese de başladığı noktaya hep bir şeyler döner.Ya o yolda kullandığı eşyalar veya hatıralar ve defterine doldurduğu satırlardır..Döner ve ömürün heybesi içine ebedi bir seferin azığı olarak konulur.
Çok defa hesaba çekilmeden kendini hesaba çekmek, büyük bir kitaba haşiye olan bu defterin yeniden düzenlenmesini ve silinip aklanması sağlayan muhasebelerdir.
Konu kişi tarafına hassaslaştıkça ve amaçların kullandığı araçların beceriksizliği gün yüzüne çıktıkça İnsan bir başka bakmaya başlar dünyaya.
Her şey bir terkin üzerine müessestir mesela.
Her neye ulaşılırsa ulaşılsın üzerinde bir fena damgası vardır. Geçicilik denilen gerçek her şeyi kuşatmıştır.
İnsanın başını döndüren her ne ise zeval ile malamaldir. Buyrulduğu gibi
Ya onun ömrü ya da insanın ömrü kısadır.
Ve İnan sevdiği şeyleri bekaya kalb etmenin yollarını arar ilaahir……..
Ve insan ellerini açar;
Ve insan her hadisenin ve koşulun şartlarının oluşturduğu duruma göre ister.
Bazen verilir istekleri. Bazen gizlenir. Bazen ötelenir ötelere…
İsteyen ve istenen arasındaki isteklerin aslında ne olduğunun önemi, diğer bir öneme göre pek önemli de değildir.
Dilemek ve dilenmek arasında kurulan bu köprünün altından ve üstünden neyin geçtiğinin de bu kavle göre pek önemi yoktur.
Burada isteyebilmek esasına dayalı teveccühe kavuşmak visalin en ehemmiyetlisidir.
İnsanın, maksat ve matlapları ne olursa olsun ve hangi talebi yerine gelmiş hangisi gelmemiş bulunursa bulunsun, isteyebilmekle en son elde ettiği şey;
bir Vedud incisidir.
Velhasıl “İstemek ne güzel şeydir”…

Güzelliğe dair

Her güzellik her insana başka bir açıdan görünür..O güzelliği o açılardan görebilen göz ve his sahipleri,kendi bakış açılarına ve duygu dünyalarına göre o güzellikten hisse alırlar.
Güzelliği görebilen ve hüsnü hissedebilenler,kendilerine akseden cemalden kendi kemallerine yürürler.Güzel görmüşlerdir,güzeli görebiliyorlardır güzelliği anlayabiliyor ve güzelliği güzel olarak hissedebiliyorlardır.Ve kendi güzellerine sadıktırlar..Onun güzelliği ile baş başa kalırlar.O güzellikten nebean eden güzelliğin cilvelerine meftun bir şekilde her şulesine,her şuaına,her ihrakına ki muhabbetin meczini oluşturan hararetlerdir,onlar o cazibenin etrafında celb edilmiş bir manevra ile maveraya pervaz ederler.
Herkesin güzelliği kendinedir. Herkes kendi güzelliği ile baş başadır. Kalbinde o güzellik pırıltısını parıldatan hüsne olan kabiliyetlerini şükrederek, iradesiz mazhar oldukları bu letafeti bozmamak ve kaçırmamak için nazik ve dikkatlidirler.
Güzelliği hissetmek, idrak etmek, iz’an etmek iradi bir zorlama değil, fıtri bir meyilden ibarettir. Fıtrat hüsne âşık, kemale meftundur.
Güzelliğin güzel olması o güzelliği takdir edebilme ona ram olabilme, onun peşinden gidebilme, ona perverde olabilme, onun etrafında pervane olabilme, onun aksi nuruyla kendinden geçebilme özelliklerine haizdir ki, fıtratları su-i istimal olmamış gönüller, kalpler ve ruhlar ve akıllar, kendilerine göre teçhiz edilmiş muhibbi özellikler ile güzelliğe teveccüh ederler. Dolayısıyla güzelliğin varlığından tezahür edebilen güzellik sevdası, görebilme ve sevebilme yetisini güzelliğin kendine borçludur.
Eğer hakiki bir güzellik olmasa güzelliğin aşkı da olamaz…
Dolayısıyla güzelliğin kendisi bir merkez..bir cazibe burcudur..Bütün güzelperestler ise o güzelliğin etrafında dönen sevgili peykleridir…
Onları bir birine bağlayan o güzelliğin bir kaynaktan tuluu ve oluşturduğu hüsnün cazibesidir… Aşıklar o güzellikten nakışlarını çevirseler bakacakları yer, o muhibbilerin o güzellikten kendi ayinelerine olan akisleri olacaktır. Bir birilerine bakmaya başlayan ayineler, kendi içlerinde âdemi bir sonsuzluk ve gölgelerden müteşekkil bir hayal dünyası bulacaklardır.
Ve cazibe bozulur,o aşık seyyareler meczup bir şekilde boşluğa dağılırlar…ve aralarında bir çarpışma bir müzaheme meydana gelir..Güzellikten uzaklaştıklarından düştükleri karanlıklar ve o çarpışmalar onların güzellikleri bozar ve mahiyetlerindeki sevimli manaları soldurur.
Hani meyvelerin kabuklarının soyulmasıyla başlayan kararmalar gibi…
Güzellik ağacın meyvesi, o güzelliği görebilen ve güzelliği taşıyabilen güzelliklerden ibarettir. Dalından kopmuş her hüsün, cildi soyulmuş bir meyve gibidir.
Eğer o meyve var oluş köklerine bağlı kalsa,sadakat ve kanaat ile olgunlaşsa bir güzellik çekirdeğini rıza ve hoşnutluk bahçesinde nurani bir toprağa bir güzellik olarak düşecek ve o çekirdek için ebedi semereler verebilecek bir Şecere-i Ahsen şekline girecektir…

Bilmek

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

Bilgi ve bilgisizlik ve ilimsizlik neticesinde görünen cehalet ve körlük gafletli bir hayatı insanın önüne koyar ve yaşamak sofrasına getirir.
Hakkında her bilinmeyen hakikat, birçok şeyin tesiriyle çeşitli renk ve boyalara girer. İnsan fıtratında olan arayışlar ve tanımak temayülleri ilmi olan tarifnameler ile teskin edilip doyurulmazsa başka şeyler açık kapıdan girer.
Felsefenin zehirli kısmı, hayallerin kurguladığı ucube tanımlar, hikâyeler, tasvirler ellerinde çaputları getirip fikrin ağacına bağlarlar. Semeresi faraziyat evham ve şüphe olan bu ağacın dallarına bağlı tüm yargılar, hadler zamanın tesirli rüzgârlarına göre hareketlenir. Kısır ve akim bir şekilde ömrü tüketir gider. Meyvesiz bir hayatı dünyeviye ve uhreviyeyi netice verir.
Hem herkesçe bilmemenin dehşeti bir derece bilir. Çünkü bilinmesi gereken şeylerin bilinmemesi, o bilgiye ihtiyacı olan birisini karanlıklar ve çaresizlikler içine hapseder.
İnsanın bilgi ve bilgisizlikle olan mücadelesi hayatının en büyük mücadelesini oluşturur. Şeytani fikirlerden neşet eden bütün olumsuz düşünceler, evham ve vesveseler insanı cehalet tuzağına doğru çeken önemli stratejilerdir.
Vazifelerin yapılmaması, öğrenme duygusunun hareketliliğinin sağlanamaması, doğru hedeflerin karşısına çıkan maniler ve engellerin şaşırtırcı yönlendirmeleri insanın atıl ve verimsiz bırakılmasını temin etmek açısından şeytani ve nefsanî hileleri içermektedir.
Özellikle şeytanın yaptığı hamlelerde kendini gizlemesi hatta varlığını inkâr ettirecek kadar desiselerini örtmesi. Bütün menfi düşünce ve hareketlerin sebeplerini kişilere zamana ve olaylara taksim etmesi insanın düşünce tarzında sadece vesvese ve evhamların hâkim olmasını netice verir.
Fikir selametini kaybeder ve türlü harici yönlendirmelere açık düşer.
Bu harici yönlendirmelerin en önemli sistemi, bir noktaya dikkat çekerek, konunun bütün irtibatlarını kesmek suretiyle, olayın veya oluşturulmuş düşüncenin merkezine sürekli tahşidat uygulamak şeklinde yapılmaktadır.
Eğer insan içinde olduğu durum itibarıyla vaziyetini tahlil edemez ise şeytanın ve nefsinin elinde oyuncak olur.
Genel olarak insan dünyasının hedef olduğu fikri veya hissi taarruzlara mukabele edebilmesinde iki şekilden söz edebiliriz. İnsanın iç dünyasına ait vesveselere karşı lakayt kalması bir çözüm olarak ifade edildiği gibi, mahiyetini bilmekle yapılan mukabelenin ilmi olan bir savunma sistemi de vardır. Lakayt kalmak önemsememekte bilmenin eseridir.
Üstadımız Bediüzzaman’ın dersinde ifade ettiği şekliyle;

“Zira şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tard eder. Tanımazsan gelir, tanısan gider.”

İlme karşı lakayt kalmak bütün desise ve evhamın merkezi olmak anlamına gelir. Bilenle bilmeyenlerin farklılığı, doğu ve batı kadar bir mesafeyi ifade eder.
Bu meseleyi biraz etraflıca düşündüğümüzde ve genel anlamıyla izlediğimizde cehlin etkilendiği tüm konuların bazı meselelere mahsus olarak bir yoğunluk oluşturduğunu görebiliyoruz.
İnsan direnişini kıran ve onu mağbup eden şeyler bilmediği konuların üzerinde olmaktadır. Yada bildiği konuyu irtibatlı olduğu diğer hakikatlerden ayırarak lokal olarak zayıf düşürme şeklinde olmaktadır. Nazarı bir noktaya hasrederek orada körlüğünü sağlamak şeklinde tezahürleri vardır.
Bu vesveslerin, diretmelerin, şüphelerin her biriyle birer birer uğraşmak, öncelikli olarak, başarılı bir neticeyi getirmekte pek doğru bir çalışma şekli değildir. Çünkü bütünlük irtibatı tesis edilmemiş kısmi bilmekler, hakikatten koparılmış parçaların o taarruzlarda mağlup olmasını iktiza edecektir.
Bu nedenle insan bilmek noktasında kendini ilgilendiren konularda bir bütünlüğe hâkim olmalıdır. Örneğin; Duçar olduğu vesveselerin taarruzların büyük bir hakikatin şubelerine yönelik olması, stratejinin merkeze doğru ilerleyişindeki karakol baskınları olarak adlandırılması mümkündür.
O taarruzlara karşı karakollar ile merkez arasında bir iletişim yönetimi ve merkezi bir koordinasyon gerekmektedir ki; şubeler arasındaki dayanışma ve ortak savunma o virüs yaklaşımlarını bertaraf etsin.
Akıl, kalp ve sair letaif arasında bu irtibat her bir latife ve hassanın kendine münasip cihaz ve silahlarla donatılmasıyla mümkündür. Her bir hassa ve latifenin kendine münasip bir ilmi ve hissi bir cephesi bulunur.
Aklın mesaili ilmiye ile olan münasebeti onu deliller ile donatırken, kalbin o deliller mesamatından doğan öz kaynaklar ve fıtri olan temayülleri ile marifetten gelen ve yapısıyla örtüşen eczalar ile sarsılmaz bir istinad bulabilir. Vicdanın yapısal niteliği, ruhun mahiyetindeki irtibat ve insanın tümüyle olan alakadarlık ve varlıklılık imtizacını organize edecektir.
Kısaca insan insanlığına ait ilimleri bilmek zorundadır. Buyrulduğu gibi; ilimlerin şahı padişahı iman ilmidir.
Çünkü Üstadımızın ifade ettiği gibi kâinatta en mühim mesele imandır… Kâinattaki en mühim mücadele iman ve küfür arasındaki mücadeledir. Bu mücadele ise çok cephelerde yapılmaktadır.
İnsanın bu mücadelede ayrıntı olarak savaşması veya başka başka cepheler açması onun bu savaşı kaybetmesine sebep olabilir. O nedenle yukarıda da ifade edildiği gibi merkezi kuvvetlendirmek, iletişim koordinasyonunu sağlamak için gerekli ilmi jojistik sistemini oluşturmak gerekmektedir.
En etkili kaynağın gayet dikkat ve ciddiyetli bir takiple kullanılması, Bilginin depolanması, mesai ve uğraşların aksatılmadan ve devamlı bir şekilde temin edilmesi, marifetin ilim musluğundan sağılmasını tedarik etmek, sürdürülebilir bir mücadeleyi Biiznillah galibane tesis edecektir.
Üstadımızın tevhidi kıble ederek Ku’andan aldığı bu dersler..Yani risale-i nur eserleri ilmin bütün meratibiyle stratejik yapısının, dünya ve ukba cihetlerinin gereklerini,levazımatını,ihtiyaçların terkiplerini ,insanın bütün hassa ve letaifine sunmaktadır.

Derki;

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir."
Yine der ki;

……..hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor.
Ve Rabbimiz Der ki;

“Rabbim! İlmimi arttır” de. (Tâ Hâ Suresi, 114. Ayeti Kerime)

“Rabbim! İlmimi arttır”Amin…

Selam ve Dua…….

Leyl/Nehar

Kinini kitaba uzattı..
Dikenli sözler söyledi…
Aklıyla sürtüştürdü kelimelerini..
Durmadan konuştu…
Konuştu…
Dünya döndü..dönüyor da..
Aldırmadan…
Gocunmadan döndü…
Başkaları da vardı..Biraz öncekilerden,biraz sonrakilerden..Kadınlardan,erkeklerden ve cinlerden, ifritlerden, şeytanlardan da vardı..
Gizli açık konuş...anlar..Odalar arkasında,şişe dibinde,gecenin bir köşesinde,izbenin içinde,hamamın bir yerine sinmiş..eski bir eteğin,kalın bir ceketin cebinde konuştular…
Hapishanelerde, hastanelerde, döşeklerde konuştular…Ezan okundu,çan çaldı,büyü yapıldı…Cinayetler işlendi..Birileri doğdu..Köpekler kedi yavrularını emzirdi…Sırtlanlar ceylanları parçaladı..Yağmur yağdı,çiçekler açtı,çok yağdı sel oldu..Buğdaylar,sığırlar boğuldu..duvarlar yıkıldı..Filizler çıktı taş yarıklarından…
Dünya döndü…
Mızraklı bir kin öfkelendi..Yaylı bir fikir gerildi asumana..Delirdi nefretin gayri meşru çocuğu…
Evvelki adam gökyüzüne ok attı..
Sonraki adam kurşun sıktı..
Sözler,satırlar,sesler,demirler,zanlar,savlar,tezl er,okkalı kahveler,müstehzi mimikler,alaycı imalar,göz kıpmalar,dedikodular ,Her şey düştü..hiç bir şey tutunamadı sarkıntılık ettiği yerde..
Adımlar,gölgeleriyle adamlar düştü toprağa..
Selâ okundu,Bela okundu..
Dünya Sessiz sedasız döndü…
Sol yanında açılıp okunacak bir defterle, Adam çürüdü… Kadın çürüdü… Çocuk çürüdü…

....................

Büzüştü adem..âdem diz çöktü…Gündüz oldu..gece oldu..Önce gündüz,sonra karanlık öldü…
Başını göğsüne,çenesini bahtına bastırdı..
Yüreğinden su yürüdü gözlerine..
Dilek ıslandı,
Niyet ıslandı,
Dua ıslandı..
Bilmiyorum dedi adem..Bilmediğini öğrendi…
Yalnızlıktan,korkudan,yalandan dolandan konuştular biraz..Bir iki tükenir kalemle tükenmez şeyler yazdı…
Birkaç satır tutmadı..
Boşluğun boşluğuna vurd...uğu seslerden çınladı sessizliğin kulakları, O’dan başkası duymadı…
Şehrinin anahtarını verdi gelenlere..
Önce kütüphanelere girdiler..En bulanık nehrine zamanın bütün kitapları,fasikülleri,ansiklopedileri,Cd’leri midileri sulara bıraktılar.Kalan yığıntılardan kocaman bir ateş yaktılar..
İbrahim’i bekleyen bir ateş…
Kocaman mancınıklarla hiçliği orta yerine atılacak bir ateş…
Fikirleri tutuşturacak bir ateş..
Perdeleri uçuşturacak bir rüzgar..
Dingin yağmurlar da peşinden…
Karanlığı zincirle çekip, uykunun göz bebeğinde uykuyu uyutup yalınca ayakta durup, baş açık el açık, gönül açık yığılıp kalınacak ahir zamanlardır feleğin gör dediği…
Kendine sus dedi adem..Susturdu tüm konuşanları âdem…
Canlı cansız yayınları..Ölü diri bültenleri..kenar köşeye serpiştirilmiş öteberileri..Kal’den kelamdan sonu “dur,dır,dir diye biten rivayetleri…
Kendi yokluğunu gammazladı kendine adem..nar’dan çatılmış kürsüye yürüdü..aleve boy verdi…
Alnını yere koydu âdem…………………………………………………………..

Siyah Noktalar

Takatin boynu bükülür..ne kadar masum ve ne ile yorgundur ayrı bir muamma…

Fikrin ellerini dimağın şakaklarına yaslayıp daldığı karanlıklar baş belası…Yol geçen hanı ile maruf bir lümmeden muzdarip bir kalp inler örs sesleriyle..darbeler iz’anın sinesini siniye çevirir…

Meşumiyeti her yakayı tutmuş ve haklıyız meramı payimal ederken…

Ayrılıp gitmiş bir ünsiyet,esbaplarını toplamış bir istinad,bariz bir yalnızlığa demir atmış bir istimdat..Cehennem dönmüş bir burudet..uzaklık yangınları kıvılcımlarıyla sırça sarayı tutuşturmuş…

Gizlenen gizlenmiş..sırrın tesellisi de yok..zannın bin türlü belası ve veba gibi sarılmış yakarışların gözleri..âma çırpınışlar istigaseleri hedmediyor.

Karilerin fehmedemeyeceği serzenişleri dökülüyor parmakların yüzüstü sürünüşlerinde…

Abdestsiz ve özürsüz uzanılan bir gece…Her yanından kuşatımış bir acziyet..

Sema sessiz..yıldızlar dilsizdir…

İ’cazın İşaret ettiği yerdeki bir ahval..Balığın karnına giren esrarı ve kurbun tecellisinde yetim..up uzak kup kurudur kelimeler…

Sakarın serinliğine atfen bir vaziyeti acibe bir zakkum çekirdeğine sürgün verir..Butlanı gönle düşer…

Ne Hızırdan ne hazırdan bir haber vardır.Ne de gavsın kavsinden çakan bir parıltı..Ne de ne nağbudu ne nesteğin ihtizaza getirir ruhu..ne de bir tahassün kendini evhamdan kurtarır..ne de ulaşır kırk kanatlı ulakların taşıdığı mektuplar..yâr yaren suskundur...

Acul bir heyecan yıkar haneyi..

Acil bir yol taharri edilir de teeni ölür…

Echel bir hüküm asar sabrı tam genzinden.

İki damla gözyaşı olsa iyi idi..

İnce bir sızı yol kesseydi alâydı..menamdan ayyuka pervaz eden cılız bir şua olsaydı bari..olsaydı da iyi idi de olmaz…

Mevadd-ı muzzıranın becayiş edildiği sıhhat, seratan bir sekre tutulur..İflas eden müfekkirenin zavvallı tefekkürü efkardan azl olur…

Zavallı zaviye kaybolur yavaş yavaş…

Rüyaların çarpıldığı ceridelerde akibet endişesi..malumat leşleri saçılmış olay yerine…

Fikirler satır aralarında vakur..sadırda uslanmaz bir dilencidir…

Sancı başlar...

Mahdut bir tünelle mülevves bir kabzın arasında kalınır..An anını kaybetmiş..zaman obezdir…

Siyahtır tüm renkler..simsiyah..içinde ki hain simsar sürekli bir menafinin peşinde heder eder olanı biteni..

Dikenler elini kanatır..akıl başa geldi mi diyecek biri olmaz..akıl başa gelmez…
Yavaş yavaş kükürtlü bir toprağa düşer azalar..duygular defnolur,hisler def olur..varisi olunan cürmün curufu bin kez alev alır..dumanlı dumansız alev alır…

Kader de kazası ile efale efal de fiiliyle takdire divan durur.Hükmün mürekkebi ve mürekkebatın tertibi satırda kurumuştur..Atâ da kalan ıslaklık zorlar takdirin mürid iradesini binbir muradla..meşiet meşietin örter üzerini…

Bir türlü arşı süküna,mercii icaba,icabı lerzeye getirecek çığlık bulunmaz…leyl nehar bütün bablar didiklenir satılmışlıkla..beş kuruş etmeyen idrak meteliksizdir.

Başka yerde ise ;gayb ile şuhud adil bir id’i kutlar..Akibet muttaki bir şifadadır..Marziyat zerratı hakikate hâkimdir..Muktezi iktiza hakîmdir…Tesadüf şebekesi mahkumdur..Murettebatı mesrurdur sefine-i mutinin…

Dumanın çıktıyı yerde ise ;biganelik biçarelik ile malemaldir..Delik bir heybe,yırtık bir aba,eğri bir asa ile kalır şehrayinin ortasında…

Eflakın dehrinde dört nala giden felsefe-i hevaiyesi üzerine kan sıçratır..Küçük küçük noktalar mevsimleri küsüfa tuttur..dualar öksüzdür..lisanı lâl olur..Toplanıp içtima edecek cami bir şeyler kalmamıştır.Ferdi ferid letaif savaşı kaybeder...

İçi in doludur alemin..her kuytu tutulmuş her duvara resmedilen suretler aydınlığı perdeler..maksud ,matlup,mabud,mahbub olan adem-i tenezzül ile müstağnidir.

Kusursuz bir firak vardır..Bu kadar kahırlı olur ayrılığın sesi...

Bu kadar kimsesizliktir..Bir o kadar çaresizlik sıbgalıdır umid..Ve ümit en zor günlerini yaşar…

Bir yersiz bakış..Bir önemsemesiz duruş..

Ve aldırmazlık… Koca diritnotları batırır…

Büyük vedialar denizin dibini boylar…

Artık ağrılıdır yaşamak..ağır ve ağrılı…

Bir şeyler, olmazlar şeyler olmuştur..herkeslikten mamul edilmiş merhemler bir işe yaramaz..hiç bir şey öyle gelmemiştir ve böylede gitmez...

Birikmişlik hesap çetelesiyle durur karşıda..dirilecek kadar hayatı kalmamış,eman dileyecek kadar bir sinir ucu yoktur.

Kara kara noktalar kap kara bir levhaya dönmüş zifiri bir örtü,varlık hazinesini örtmüştür.

Asrın estetik yaptırmış günahları idam fermanını imzalar.. ve İnsan Allah’a rağmen, Allahsız kalır…

Çünki bâtın-ı kalp ,âyine-i Samed’dir ve ona mahsustur.

Dediği gibi Bedi’nin:

Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma!

Dünyayı yutan bütün latifelerini onda batırma. Çünki çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar…