Serbest Konular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serbest Konular etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23.9.21

Çekirdek

Yaşadığımız zaman diliminde mevcut şatları olduğu gibi kabullendiren bir akış izliyoruz.

Sanki gözümüzü hayat yeni açtık ve hiçbir şey bilmiyoruz ve öğrenmek içinde ayıracak vaktimiz yok.

Güya fast  food  bir kültür beslenmesi ile ruhsal açlığımızı doyurmaya çalışıyoruz. Öğün atlatmak da diye biliriz.

Bu renkli dayatmadın ve süslü içeriğin değer alt yapısına bu kadar kolay nüfuz etmesinin en birinci sebebi; insanın ulaşması en kolay olana düşkünlüğüdür.  

Oysa bütün gelişim süreçlerinde belirli aşamalar bulunmaktadır. Birçok evreden geçen yetenekler sonuç verene kadar birçok mesafe kat ederler. Mükemmellik noktası şartlar ile birlikte kazanılan olgunluktur.

Örneğin bir çekirdeğin yolculuğu kabuğunu kırmak ile birlikte başlar. Köklenmesi, havayla buluşması, filizlenmesi ve kabiliyetinde olan fidan ve ağaç olma merhalelerini geçmesi, bu süreç içinde göreceği mevsimler, maruz kalacağı yağmurlar, kar altında beklemeler, geçireceği yıllar gibi birçok menzile uğrayarak meyve verir. Bu çekirdeğe ait mükemmelliğin en tepe noktası ise o meyvenin kalbinde sakladığı, kendi özünden meydana gelen, ağaç olup meyve verebilecek bir başka bir çekirdektir.

Tüm canlı varlıkların hayat döngülerinde bu durumu izleyebiliriz. Cansız varlıkların ise tabiatta gelişen olaylarla sürekli başka bir görünüme bürünmeleri, onların bu devir ve devinim içinde en uygun konumu aldıkları gözlenir. Yani büyük bir işleyişin kuşatıcı etkisi her şeyi kapsamıştır.

İyi şeyleri meydana getiren sebepler ile iyi olmayan sonuçları meydana getiren nedenlerde rastlantıya atfedilemez.

Çünkü onarım ve kırım unsurları da bir teknik ve kendi mahiyetlerinde olan bir programa ile iş görürler.

Bugün tüm doğal süreçle elde edilen şeylere, orijinal, natürel, organik gibi tabirler kullanıyoruz. Kast ettiğimiz şey anlam itibariyle oluşum sürecini kendi tabiatıyla dışarıdan bir yapay bir etki olmadan tamamladığına dikkat çekmektir.

Yani aslında neyin değerli olduğunu biliyoruz.

Eksikliklerimizin de ihtiyaçlarımızın da farkındayız.

Fakat bir şeyleri değiştirmenin enerjisini ortaya çıkaracak, amaç, tepki, kararlılık gibi destekleyici duygu ve düşünceler sürekli bir baskı altında..

Buna alışkanlıklar, vaz geçilmez konfor diyebiliriz. Kendimizi mazur da görebiliriz. Ancak bunların hiç birisi gerçek mazeret olmadığından, bir gün ki, -o gün mutlaka gelecek- biriktirdiğimiz boşlukların havaleli yükünün ağırlığı altında kalabiliriz.

Hayatı sarsan fırtınalar, engellenemez değişimler, karşısında duramadığımız çeşitli hadiselere karşı dayanacak gücü bulamayabilir ve aşırı yorulabiliriz.

İşte hayatın kaçınılmaz getirilerine karşı insan sadece hayatı tanımak, yaşamın gerçek içeriğini bilmek, neden ve niçinlerin içerdiği asli unsurları özümsemekle mukabele edebilir.

Bu kaotik gibi görünen durum, çekirdeğin başına gelenler ile aynıdır aslında. Eğer o çekirdek kökleri vasıtasıyla kendisini geliştirecek maddeler yerine, kendine zarar verecek maddeleri özümseseydi, olduğu yerde çürüyüp gidecekti. Ne meyve verebilecek, ne mükemmelleşebilecek, ne de yaşamının harika sonucunu görebilecekti.

Evet,  genetiği değiştirilmiş gıdalar, insan sağlığına zararlı madde ve işlemler ile üretilen tüketim malzemelerini, nasıl hiçbir kaygı taşımadan, hiçbir insan sınıfını ayırt etmeden piyasaya sürenler var ise, sanal âlem tacirleri de öyle.

Örneğin 1-2 saatlik okuma alışkanlığı insana odaklanma kabiliyeti ile birlikte farkındalık yetisi kazandırır. Doğru ve yanlışı ayırt edebilecek muhakeme gücüne ulaştırır. Böyle bir insan ise kendisine zarar verecek olan şeylerden uzak durması gerektiğinin hem bilincine hem de karşı koyma iradesine sahiptir.

Dolayısıyla mevcut tüketici sistemin devamı için okuma alışkanlığı edinmemelidir.

Fakat bu alışkanlığın tamamen terk edilmesi kimsenin işine yaramayacağından, hiç olmazsa etiket ve fiyat okuyabilmeli, yorumlara göz atabilmelidir. Tüm proje bunun üzerinde şekillenmiştir.

Kısa cümleler ve amansız fotoğraflar ve de ilginç videolar.

Gayet sınırlı saniyeler ve satırların peşi sıra gelen değişikliklerle süreklilik kazandırılması, rağbet ve ilginin çokluğu bağlayıcılığı sağlamaktadır. 2 saatlik bir sanal gezinti sonunda kimse kolaylıkla mantıklı ve anlamlı bir cümle ile ne yaptığını izah edemez.

Bu kayıplar meyveye ve kalbimizdeki çekirdeğe giden yolculuğumuzu engelleyecek durumdadır. İşin sonunda hiç bir şey kazanma şansının olmadığı, insan tüketiminin tüm merhametsizlikle yapıldığı bir arena içinde kendine yer aramak ve bunun için hiç gereklilik ve gerçeklilikle bağdaşmayan korkunç bir zayiat olsa gerek.

Şuurlu olmak, farkına varmak, bu bağlamda neticesiz şeyleri terk edecek irade gücünü tetikler. Ve insan aleyhinde olan şeylerden akıl gereği ile uzaklaşıp kendi gerçeğine doğru ilerlemeye başlar.

Özetle, uzun uzun okumalı, uzun uzun gerçek dünyaya bakmalı, uzun uzun düşünerek huzur bulmalı insan…


20.9.21

İntibah

 İnsanlara sorunlarına yönelik çözüm için başvurdukları bazı yetkin görünen kişilerden, onları farkında olmadan yalnızlaşmaya ve başarısızlığa yönelten öneriler alırlar.

Örneğin,  tüm ego merkezli önermeler bireyi kendi ile baş başa bırakacak içerik taşıyorsa bu durum gerçek kazanımdan ve istikrar süreçlerinden uzak kalmak anlamına gelmektedir.

Böylelikle uzun süren danışma beraberlikleri kısır döngü formuna bürünecektir.

Oysa tüm konumlama yaratılış gerçekliliğine uygun planladığında istenilen sonuca ulaşmak gayet mümkündür.

Hakikatte olan işleyiş düzeneği, farkındalık, işlevsellik ve çözüm gereklilik şartlarının oluşması şeklinde kuruludur.

Diğer bir ifade ile İntibah, muamele, terettüp şeklindedir.

Bu durum, insana ait olan cüz-i irade ile yaratıcıya ait külli iradesi arasında bağlılığın, akıl ve fiilin birleşimi ile kendini gösteren tercih ve uygulamalar ile ortaya çıkar.

Dolayısıyla gereklilik şartlarının oluşması, çözümün gerçekleşmesine neden olacak durumsal konumun sağlanması demektir.

Çünkü hayatı var eden, yönetimsel olarak duruma hem hâkim hem sahiptir.

Bu bağlamda, hayat ilkeleri, yaşam prensipleri gibi nitelikli önermeler yaratıcıya ait değerler ile belirlenmiştir.

Belirlenen bu içerik inanca ait tüm argümanlarda detaylı bir şekilde bulunmaktadır. Din ve inanç bilgisi aslında, bir bütünlük içinde eylem ve sonuçları itibariyle yürürlükte olan yaşamsal yasaları tanımlar.

Söz konusu anlatı ve deliller hakkında işlevsiz ön bilgi sahibi olmak yüzeysel edinimler olmakla birlikte, işlevsel ilgi ve öğrenimler, özümsemekle etkin inanç esaslarına evrilir.

Böylelikle hayatın yalnızca bireye bakan ve tek başına üstesinden gelinecek bir yapıda bulunmadığı anlaşılır.

Söz konusu bu sistemsel yapının dışına çıkıldığında ise kaos başlar.

Asli olan yetersizliğin, farazi bir iktidar telkini ile direnişe başlamasının sonucu mutlak yenilgidir.

Sürekli büyüyen  ve tüm ulusların sosyal yapısını etkileyen psikolojik dejenerasyonun arka planında insanları yalnızlaştıran bir yaklaşım problemleri vardır.

Sonuç itibariyle elde edilen döngü, kalıcı çözümden uzak bir yapıda genişlemeye devam etmektedir.

Sistemin kurulumunun ve işleyiş programına ait özelliklerin bilinmesi, uyum entegrasyonu sağlamak için zorunlu bir durumdur.

Sistemle bütünleşme bilincin dışında yaklaşımların sorunları derinleştirici etkisinden başka bir özelliği yoktur.

İnsanları yaşam algısı, öncelikleri, ulaşmak istedikleri hedefler, hayalleri, fiilleri, edinim yöntemleri hayat alanlarının sınırlarını ve niteliğini belirler. Tüm plan bu davranış ve düşünce diyaloğuna göre şekillenir.

İntibah tabir edilen aydınlanma, uyanma, farkına varma bu kozmik planı, özel ve genel anlamıyla kavramak demektir.

Bu kavrayış düzen denge ilişkisinden kendi konumunu akılcıl belirleyebilmelidir. Prospektüs bilgisi ilaçlardan faydalanmayı maksimum seviyeye çıkarır.

Ancak var ediş yasaları gereği, tercihin serbestliği, düşüncenin baskılanmaması, şahsi değerlendirmelerde tabi olmak ile karşı durmak arsında hür bırakılan insanın eğilimleri, kendi yaşam koşullarını bu yönüyle belirleyeceğinden, yaradılışça tabi olduğu irade ve idarenin farkındalığından uzak duran bir anlayışı benimseyerek,  sadece sanıdan ibaret bir özgürlüğü de kabul edebilir.

Fakat sonuç itibariyle yukarıda ifade edilen plana bağlı çözümlere ulaşım sağlanamaz. Öncül hazların ardından giderek muhakeme ve varımı engelleyici bazı eylemlerle geçici ve tatminsiz rahatlamalar olasıdır.

Bir gerçekliğe dayanmayan asılsız esenlikler, geçici olması sebebi ile hakikatten gelen kazanım ve kalıcı sonuçların katkısından yoksundur.

Oysa tanımlanan tüm var ediş ve ediliş içeriği aktiftir ve yaşama dâhil etki oluşturan bir özelliktedir.

Yani insanın bu şartları kabulden uzak durması, görmezden gelmesi yürürlükte olan işleyişin pozitif ve negatif etkilerinin onu terk edeceği anlamını taşımaz.

Yaratışın kuşatıcı ve aktif niteliği; her şeyi etkileyecek, değişim, başkalaşım, dönüşüm çarklarını aksatmadan çalıştırır. Bir anlamda zaman değirmeni, zamansızlık yolcuğu önünde ne varsa onu sonsuzluğa göre biçimlendirir.

Her başlayan biter, her gelen gider, her yeni eskir, her taze bayatlar, her güzel çirkinleşir, her yaşayan ölür.

Evet, izlediğimiz kosmos ait bu denli bir alan hâkimiyeti, kanun koyuculuk ve güncel işleyiş, büyük aktivasyona ve her şeyin her şeye ile olan ilintisi ve ilişkisine rağmen, insanı adeta yalnızlığa iten yönelimleri ile bağımsızlık barındıran önermelerin sorun arttıran yapısından uzak durulmalıdır.

Bu realiteye rağmen bazı insanların tercih ettikleri yaşam şekillerinde sanı esaslı bağımsızlığın ileri bir derecesi vardır. O da kişinin bildiği halde kasıtlı bir şekilde önceliğin kendisi ve hazları olduğu yönünde gösterdiği iradedir.

Yaratılış yasalarında bu talep ve iradenin karşılığı, sonsuzluktan yoksunluk bedeli ile verilir.

Bununla birlikte kendi dışındaki dünya ile ilişkisinde ise hiçbir ahengin farkına varmadan pragmatist anlayış tarafından kuşatılır. Sanatçısı bilinmeyen eserin güzelliğini takdir etmek, alelade ve estetik kavrayıştan uzak bir yaklaşımdır.

Evet, tüm var edilme nedenlerini, geçici ve anlık hedeflere erişmek feda edecekler için, arzu edilen amaç ve zevklere ulaşmalarının önü açıktır. Büyük hırs ve çabalarla ulaşır görünmelerinin arka planında verilen ağır bedellerin sorumluluk dolu gerçekliği ile elde edilenlerin tutulamayan ve de tutunamayan eriyişleri ile durmayıp gidiş hakikatinin elemi vardır.

Aslında insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak her şey meşruiyet içinde bulunmaktadır.

Yani insanların talip oldukları maddi ve manevi tüm lezzetler aynıdır. Ancak niyet ve yaklaşım tarzları onlardan faydalanmanın niteliğini ve sonuçsal edimlerin sevinç veya üzüntü gibi türünü belirler.

Belki de bu zor görünen idrak ve intikal süreci, gösterilen içsel dirençler gerçek mutluluğun önünde olan bilinçli engellerdir.

Evet, İnsan aidiyet gerçeği ile öğrendiği veya öğreneceği, itaat ve kabul ile özümsediği inanç prensiplere bağlı olarak kendine bir çizgi belirlediğinde ve iradesini o yönde ilerlemek adına kararlılıkla kullandığında, yalnız kalmaktan ve bırakılmaktan gelen endişe ve korkularından kurtularak,   lehindeki güvenli ve huzurlu yaşam şartlarının kazanımsal oluşumunu temin eder.  

Editör / M.Safitürk

5.9.21

Dönüşüm

Hayat kendi yapısal donanımı içinde dokunmadan anlaşılamayacak birçok program barındırır. Yaşam faaliyeti bu yasaları harekete geçirip görünmesini sağlar. 

Ömür itibariyle de epey birikimler meydana gelir. İnsan bu edinimlerini duyguları vasıtasıyla manevi dünyasında taşır. 

Bir anlamda aklının yükü olan şeyler bulunabildiği gibi, kalbinin heybesinde önemli bir ağırlığa sahip hatıraları da vardır. 

Her yaşanılan şey, görünen görünmeyen yönleriyle olumlu veya olumsuz izler barındırır. Yine bir anlamda insan kendi hayatıyla ilgili yaşanmışlıklardan da sorumludur. Bazı konuların insanı sürekli meşgul etmesinin ardında, o konuyla ilgili gereğinin yapılmadığı düşünülebilir.

Bir şekilde ödenmesi ötelenmiş bir borcun meydana getirdiği baskı gibi.

Dilenmesi gereken bir özrün varlığı veya edilmesi ihmal edilmiş bir teşekkürün peşi sıra getirdiği ezginlik halleri gibi..

Yâda iyileşmesi için kullanılması gereken ilacın kullanılmayıp, rahatsızlığın devamını temin eden ihmallerden oluşan sancılı sonuçlar gibi…

Ve insanın yaşadığı içsel his helezonlarının, zihinsel karışıklığın, duyusal ağırlıkların sebebi hep olumsuzluklardan da gelmez. Belki de bu yoğunluğu ortaya çıkaran nedenler, farkına varılmadan yaşanmış güzelliklerdir.

İnsanın yapı temellerini sağlam tutan ve mükemmelleşme evrelerinin sağlık koşullarını oluşturan tutucu ve kaynaştırıcı unsur, vefalı bir bakış açısından ibarettir.

Yaşamını hoyratlıktan kurtarmış, yaşam nezaket ve estetiğine sahip bir zarafet anlayışı, insanı hem kendi ile hem de bulunduğu evrenle barışık kılar.

Her şeyin iyi tarafını görmeye çalışma, her hadiseyi katkısal boyutu ile yorumlama, bireysel mağduriyet dürtüsünden kurtulmuş pozitif enerjinin sağladığı istençle hayat bakmanın ve sonuçlara yönelik gereğini yapabilmenin ardında ciddi bir onarım süreç başlangıcı vardır.

Evet,

Düzelen hayaller, ümit iklimlerini oluşturur. Yaşanmışlıklar olumlu olumsuz varlık öyküsünün kalıtımsal değerleridir. Gerek iyi, gerekse kötü olsun yönetilebilen yaşam çıktıları geleceğin yapıcı iradesini oluşturur.  

Ve insan varlığını verimli sürdürebilmek için gereksinim duyduğu tüm kuvveti, sadece bilinçli bakış açısı ve iyi niyetli duygular ölçüsü ile bulabilir.

Bununla birlikte; tek başına değişimin yeterli olmadığı durumlarda, dönüşüme ihtiyaç duyulur. Dönüşüm de ancak, deneyimsel yıkımlar ile yitirilmiş değer atıklarından elde edilir.

Özetle yaşanılan her ne ise boşuna yaşanmamıştır…


www.piknot.com

Yeni Gün

Hayat akışının tekdüzelik algısı, üretimsel yaşamın enerjisi tüketen bir anlayıştır.

Günlerin bir birine benzemesi, yapılan işlerin rutinliği, ortamın aynılığı gibi kanıksamalar, gerekli olan değişimi engellediği gibi, zamanla bir şey yapma istekliliğini de tüketir.

Oysa yaşam niteliğini farkındalığa dair bakış açılarından elde eder.İyi niyetlerle yapılan iyi gözlemler ile birlikte, geçmişe ait sayfanın kapanmış olmasa, geleceğin belirsizliği ve müdahaleyi engelleyen bilinmezlik durumunun sahip olduğu hayali yükten kurtularak anı yaşamak, verimliği temin eder.

Çünkü anlar içinde gerçekliği barındırır ve bir şeyler yapabilmek için var olan reel zaman dilimlerdir.

Deneyimlerden el edilen düşünce becerileri, an da eylemselliğe döner. Eylemsellik çıktılar meydana getirir. Somut edinimler soyut endişeleri riskli olmaktan uzaklaştırır. Böylelikle insan kazanımsal doğrultuda yaşamaya başlar.

Bu işleyişin en temel prensibi, bugünün dünden farklılığını oluşturmakla ilgilidir.

Kendinizi atacağınız küçük adımlarla yeni bir güne başladığınıza ikna ederseniz, monotonluktan şikâyet edecek bir sebep bulamazsınız.

Hayat kalitesi, fikri ve fiili katılımcı irade süreçlerinin bileşenidir.


www.piknot.com

Kendin İçin

Çoğumuz gizli bir tükenişi yaşarız içimizde.

Yavaş yavaş işleyen bir sürecin küçük küçük adımlarla ilerleyişini fark etmeden ışığımız söner.

Bir şeyler yapmak hissine kapıldığımızda, ne kadar ümit kırıcı bahaneler varsa ortaya çıkar.

Uğraşın emek kısmı değişim endişesinden payını alır.

Alışkanlıklar kolunu kıpırdatmak istemez…

Zaman ise üretim barındırmayan her şeyi karanlık bir yokluğa taşır.

Kendi bahçesinde meyve vermeyen her ağaç sökülür.

Suyu olmayan kuyuların üstü örtülür.

Kurak ve verimsiz iklimi olan illerden göç edilir…

Olduğu durumu tüm olumsuzluğu ile kabul etmek gidecek yeri ve umudu olmayanların işidir.

Bilmemenin getirdiği kapalılık endişelidir. Tereddüt amacının oluşmasını engelleyen bir dürtü karmaşasıdır.

Durağanlık fikirsel erozyonla, duyusal ölümü gerçekleştirir.

Bütün her şeyi bu kadar karışık yapan ve anlaşılmaz bırakan tek neden insanın kendi gerçeğini anlamak ve yaşamaktan kaçışı ile özetlenebilir.

Hayata bir yenilik katmak veya yenilemek ile ilgili bir hedef belirlemenin getireceği eylemsel enerjiyi harcayacak gücü kendinde bulamamak yapay gündemlerle ağır ağır çürümektir.

Oysa keşfedilecek ne kadar çok zenginlikler taşır insanın dünyası.

Duyguları derin okyanuslar kadar ilginç ve merak içerir.

Yaşamanın kendi sınırlarını aşması, ölümün aslında bir ölümsüzlük olmasının sonsuz sevinci, sırtındaki ayrılıklar kamburdan kurtarır insanın kalbini…

Her şeyin bir varlık nedeninin olduğu bilinci, birleştiricidir.

Yaratılışın dilini öğrenenler için yalnızlık diye bir şey kalmaz.

Kendini sistemin içinde gören gözler ve idrake sahip olanlar için yabancılık söz konusu değildir.

Giriş ve çıkış kapısı belli bir ömür yolculuğunu olması gerektiği gibi yürümek için, kendimize anlattığımız yarın masalları ve sonra öykülerinden başımızı kaldırmamız yeterlidir.

Kendi alışılagelmiş gidişatımıza “buraya kadarmış” diyebileceğimiz güçlü bir nefese sahip olmak huzur dolu bir yurdun keşif yolcuğuna çıkmak gibidir.

Yeni bir ben tanımak,

Neler yapabileceğini fark etmek,

Olgunlaşan ve durulaşan bir iç dünyasına kavuşmak,

Mani ve mazeret yüklerinden kurtulmak,

Tüm negatif birikimlerin şantajından arınmak,

Ümit gerçeğinin onarıcı etkisini yaşamak yeniden başlamak için yeterli nedenlerdir.

İnsan çok tekrar ihtimali bulunmayan bu girişimci iyiliği yapmalıdır.

www.piknot.com



4.9.21

İtirafın Gücü

 

Yaşadığımız zaman itibariyle çok yoğunuz. Yapay gündem dayatmaları şahsi dünyamızda kendine gerçek normlarda yer bulabildi.

Bize ait olmayan şeylerle  ilgilenmek, herhangi bir fayda elde edemeyeceğimiz, dokunup düzeltemeyeceğimiz konulara karşı hassasiyetimiz arttı. 

Ne zaman kendimize yönelik bir düşünce içine girmeye çalışsak ,kalp ve fikir dünyamızda bir yolculuk yapmaya hazırlansak , farkında olmadan farklı bir iklimde ,bambaşka bir oyalanmanın ortasında uyanıyoruz.

Hayatımızın sorgulanası kısmına dönüp nereye diye bir soru sormaya kalksak , bir baş kaldırışı ,duygusal bir tepkime ile içimizdeki ayaklanma ortaya çıkıyor.

İrademiz, taş üstüne taş koyma eğilimine girse, bir fidan dikmek amacı elini uzatsa, bir hedef hayali durağanlık duvarından aklımıza yuvarlansa, aniden hisler arasında  büyük bir kaçış başlıyor…

Bize bir şey mi oldu?

Kontrolümüz altında olmayan ömrümüz tükenirken..

Bir şeylere dokunmak ve yaşamın anlamının peşinden gidip kaliteli nefesler almak ve  bu yolculuğu kutlu bir şekilde tamamlayabilmek için hiçbir şeye ihtiyacımız yok mu?

Olması gereken yerde olmayıp, ayağımıza dolaşan onlarca şeyin ne olduğuna bakmayacak mıyız?

Algı dünyamızın güdülmesi, önemsediğimiz şeylerin en önemli olan şeylerimizin yerine geçmiş olmasının nedenini merak etmeyecek miyiz?

Ya tepkisizliğimiz..

Gözümüze çöken hüznün iki saniye geçmeden yerini anlamsızca gülmeye bıraktığı anları görmeyecek miyiz?

Feci bir trafik kazası haberine üzülmekle birlikte iştahımızın kesilmesine bile izin vermeden neler yiyebileceğimizi planlıyor olmak normal mi?

İçinde değer olan iki kelimeyi konuşacak dostumuzun olmamasını nasıl karşılamalıyız?

Kendimizce bulunduğumuz konforu terk etme korkusu ,eylemselliğin getireceği  emek yorgunluğunun tasavvuru nasıl da buz kestiriyor bir şeyler üreteme isteğimizi.

Yine kaybetme telaşı ilişkilerimizi tavizlere taşırken, sabit bir karakter ortaya koymamıza engel olmasını nasıl değerlendireceğiz.

Kendi gerçeğimizi iki yüzlülüğün eşiğine getiren,

Benlik sevgilerin istila ettiği erdem köşeleri gölgelerin karanlığı altında ezilirken,

Yeni bir şeylere başlamak, yenilenmek cesaretini  bir kuruntu uğruna feda ederken ,

Evreni kuşatabilecek ruhumuzu bir nokta içine mahkûm edip,

Tutunacağımız her şeyimizi , desinlere, olsunlara, boş verlere bırakırken ..

Her şey yerli yerindeymiş gibi mi davranacağız yine…

Kaybederken ,yiterken ve biterken artık yeter demeyecek miyiz ???

İNSANIN EN DEĞERLİ VARLIĞI HAYATIDIR. HAYATIMIZIN ANLAMSIZLIKLAR İÇİNDE TÜKENMESİNE İZİN Mİ VERECEĞİZ?

MUŞ GİBİ YAPMAKTAN , MİŞ GİBİ YAŞAMAKTAN NE ZAMAN VAZ GEÇECEĞİZ ?

ASLINDA HİÇ MUTLU OLMADIĞIMIZI KENDİMİZE NE ZAMAN İTİRAF EDECEĞİZ?

Evet,  itirafın gücüne inanın.

İtiraf etmemek sorumluluk dayatmasının oluşturduğu vehmi bir perdedir.

Durumun farkına varmak ve kabul edilmezliğini kendine açıklamak tüm olumsuzluk iklimini değiştirebilir.

İnsanın bu bağlamda ihtiyacı olan en samimi dostluk kedine karşı dürüst davranmasıdır.

Ne olduğumuzu ve ne olmadığımızı,

Ne istediğimizi ve ne istemediğimizi,

Neleri kabul edip , neleri etmediğimizi,

Ne halde olduğumuzu ve nerede olmak isteğimizi,

Yapabileceklerimiz ve yapmayı istediğimiz şeyleri,

Kurtulmak ve kazanmak istediklerimizi  ..

KİM OLDUĞUMUZU VE KİM OLMADIĞIMIZI KENDİMİZE İTİRAF ETMEK YENİ BİR MEVSİM BAŞLANGICININ İLK CEMRE HABERCİSİDİR.


www.piknot.com

22.11.20

SAF BENLİK ÜZERİNE ..


·         Basit olan şeyler karmaşık görünen her şeyin kilidini açan anahtarlar olabilir. İçinden çıkılmaz zannedilen ve insanı baskı altında tutan birikimler, çatlayan bir kabuktan dışarı sızabilir.

·         Çözümsüzlüğün köşe bucak yer tuttuğu, kördüğümlerle basacak yer bırakmadığı her karanlık odadan çıkılabilir.

·         Tüm verimlilik döngüsü sadece farkındalıkla ilgilidir. 

Ø  Kucağımızda bulduğumuz oluşumun gelişim süreçlerindeki bileşenlerin bilinmesi, izlenecek yolun aydınlatılması anlamına gelir.

Ø  Ümit, tuzaklanmışlıktan kurtulmanın nefesi gibidir.

Ø  Bakış açısındaki kararlılık cesaretin doğumunu gerçekleştirir.

Ø  İrade yardımcı unsurları bir araya getiren çekici bir güçtür.

Ø  Hiçbir şey için geç olmadığı gibi, her yıkıntı için bir hafriyat ve dönüşüm, yapıcı eğilimin hareketlenmesi ile pozitif bağlamda orantılıdır.

Değişim bütünsel anlamda zor olsa da, dilimler şeklinde belirli aralıklarla gerçekleşebilir.

Kendi gerçeğini içtenlikle kendine söylemek, durumunu tüm yalınlığı ile kabullenmek gerekliliğini besleyecektir.

·         Her yeni başlangıcın önündeki engel, bilinen sözcüklerin bellekte yaptığı gürültüden ibarettir.

·         Oysa bir şeyler yapmak için yola çıkmak için ne kadar da çok sebep vardır.

·         İster varlık toprağımızın çatlaması ister engelleri aşmak istekliliği diyelim, atıl ve tortulaşmış bir yapıdan yeni bir ben dünyasının kapısını çalmak, eşiğinden geçmek kaçınılamaz bir gerçekliktir.


 Tüm reform için arınmış saf bir benlik yeterlidir….


İnsan çokça özelliği olan bir varlık.

Muamma tanımının tam karşılığı…

Üstün özellikleri, düşünce yapısının genişliği, duyguları, iç bilinci, doğasında olan akıl odaları..

Algı ve değerlendirme yeteneği..

Endişeleri, korkuları, umutları, planları tepkileri gibi nitelikleri sayılsa bile net özelliklerini bir arada toplamak kolay değil.

Her şeyin insanı anlattığı ve onun varlık haritasına yapılan keşiflerin elde ettiği gözlem notları ve sentezlerle ortaya koyulan milyonlarca bilgi, teori, deneysel edinimleri, bulgular, eylemler ve çıktılar….    ¿

Yani bu muammanın üzerine o kadar gidilmiş ve türeyen fikirler ve anlatıları bazı kitleleri bir yerde toplamayı başarmış.

Kimileri bu gruplaşma ve kitleselleşmeden mutlu olurken, başkalarının mutsuzluğuna neden olmuş. Herkesi memnun edecek, büyük bir ve huzur kuşatması altına alacak beşerî bir çare asla kendini gösterememiş…

İnsan kendi işini kendisi zorlaştırmak yolunda bir seçenek belirleyerek hem kendi yaşamını hem ilgili olduğu alandaki insanların adeta nefes almasına engel olmuş.

Belki de birileri şu muammanın boşluğuna avazı çıktığı kadar bağırmıştır da insanın sağırlık ve kör ebe oyunu nedeniyle kimse bir şey duyamamıştır.

Ne olursa olsun insan aklında ve kalbinde taşıdığı kendi soru çocuğunu dünyaya getirerek nedenleri ve niçinleri ile ruhunu doyurmak için biraz ağlamalı ..içsel bir dikkati üzerine çekmeli..

Çünkü hayat yolu üzerinin bazı noktalarına bırakılan şifreler elde etmekle insan kendi muamma kapısını aralayabilir. Bunun için insan kendine olacak yolculuğunda adres sormaktan, açlığını ifade etmekten çekinmemelidir..

8.7.20

Temizlik




Maddi ve manevi temizlik nedir? İslam'da temizlik neden önemlidir ...“ Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid’alar mânevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız. “  Lem’alar

“ Temizlik îmândandır.” 

Hazret-i Muhammed Aleyhissâlatü Vesselâm

 “ Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever. ” Bakara Sûresi

.

8.11.19

4 / 1 Hasbihal...


·      ....................... Ancak insan bu bir bakışta anlaşılması kolaylık olan iradenin karşısında ayak diredi..çünkü kavrama teklifinde sunulan suhulet ,ona BEN yatırımı yapmıyordu. Beş şart altı esasla çevrilen çeperin âdemin egosunu burnunu sürtmekten başka bir işe yaramadığı aşikardı.

Oysa şu dimağda olan kargaşa, zihindeki curcuna, her şeye bir kulp takan cerbeze, savlar arasındaki itiş kakış daha çekiciydi.

Güya bu  akılcıl divanelik, sümüklü beşerin fikir babalarını  aristokratik   bir seviyeye taşıyacak, tâbi kölelerin hikayelerle beyinlerinin sömürülmesiyle de hayatlarını devam edecekti…Öyle de oldu…. İnsan kendini bu kaos içerisinde daha iyi hissetti…. varlık aynasındaki yaratış prospektüsünde okuduğu hilkat yazılarını zimmetine geçirdi….Haris elini yıldızlara uzattı, galaksiler arasında at koşturdu, cennetten bir bidon su alıp, cehennemim ateşini söndürdü……..Eline geçirdiği İKRA yazıtlarını harabeye çevirdi…….sor bi niye ???? Çünkü ;…evet, evren önünde ki kahve net diğeri fulü tüm müştemilatıyla bir planlayıcı ve yaratıcı meşietin eseriydi..fakat o meşiet hiç bir şey karışmıyor, İNSAN DENİLEN SIRRIN iradesine işini bırakmıştı……………… Bu  adı olan Abdullah’ı kaybetmiş azgın özgürlüğün sapkın yorumundan doğan gayri meşru ihtilal beslemeleri kendilerini ortaya atıp ilahlıklarını ilan ediyor ve her şeye küçük küçük tanrılıklar vererek, -siz kendinizin idarecisi ve sahibisiniz- mavalını düğümlüyor, sihir yaparak boyunlarına muskalarını  asıyordu………………………..

Bu yağmanın kanı herkesin üzerine sıçradı….Tabiat bundan payını aldı…ceylan yavrularını parçalayan Aslan da……bir kısım kendi kendine kutsiler de hisselerini istediler…vs ıslah ediciler tasrih işine giriştiler…..Konuştular…konuştular….konuştular……

O ise ;Heybemize beş şartın küskünlüğünü, altı esasın ardını dönük resmini, ve kendi suskunluğu ile susmuş nicelerinin sessizliğini bıraktı………….

Ve her şeyle yabancılaştık. Kendi varlığımızı hayale sardık..ama ayaklarımız dışarıda kaldı…..Bir türlü gözümüze gelmeyen baharlar toplayıp çoluk çocuğu olan çiçeklerini ve dirilişini ülfet perdesi ile gözümüzden nikaplandı….O kadar takdir ettik ki yapmadığımız şeyleri, yapabileceklerimiz gözümüze gelmedi…..Koskoca bir yaz geçti önümüzden sırtında küfesi, içinde binler çeşit meyvesi ile dudak bükümü bir besmele alamadı…..dürülüp dürülüp açıldı ve saçıldı üzerimize gece gündüz de alışkanlığın ölü toprağı kılımızı bile kımıldatamadı…..Her nefesle bir HAY geldi bir HU’ya gitti de bir iç çekemedik…..

Sonra başımızı gerçeğe çarptık…beynimize tünemiş mal-i hülya kuşları havalandı…..aklımız çıplak kaldı…o kadar üşüdü ki..ellerini kalbimizin içine uzattığında kalbimizde zemherir bir mevsim başlamıştı…….Hiç bir şeyin dilini bilmediğimizi anladığımızda şüphe Mieszko'nun Mızrağı böğrümüze saplandı……hayat boyu elde ettiğimiz varidatımız bitkisel hayata girmemize mani olacak can suyunu ruhumuza emziremedi …

Şimdi içimizde ve fikrimizde biriktirdiğimiz tortuları tahliye edip, temiz bir dolaşım sistemi ile yakabildiğimiz kadar ben’ii yakıp, neyi susturduysak hepsiyle  tokalaşıp …………… yeni şeyler söylemek lazım………………

Mesela : 

Hoş geldin, sefa geldin ey sabah ve ey yeni gün! Merha-ba ey mutlu gün! Ve merhaba ey kâtip ve şahit melek! Şu söy-lediklerimizi bizim için yaz:

Ezelden ebede kadar varlıkların halleriyle ve dilleriyle yaptıkları sonsuz hamdler, şükürler ve övgüler yalnız Kendisine ait olan Hamîd; her şeyin üstünde sonsuz derece bir şeref sahibi ve sonsuz takdis ve övgülere lâyık olan Mecîd; dilediğini dilediği şekilde yükselten, yücelten ve herkese lâyık olduğu rütbeyi ve mertebeyi veren Refî’; yarattığı varlıkları çok seven ve onlara da Kendisini her vesileyle sevdiren Vedûd; bütün sıfat, isim ve fiilleriyle her şeyi kuşatan Muhît; mahlûkatı hakkında dilediğini yapan Fa’âl Allah’ın adıyla.

O kuluna şah damarından daha yakındır.

Allah’a îman etmiş, Ona kavuşmaya inanmış ve delillerini kabul etmiş, Allah’ın ulûhiyeti dışında başka ilâhları inkâr etmiş ve Allah’a tevekkül etmiş olarak sabahladık.

Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, Arşını taşıyan meleklerini şâhid tutuyoruz ki: O bütün mükemmel sıfatlara sahip ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah’tır. Kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur, O tektir. Onun ortağı yoktur. Ve yine şahadet ediyoruz ki: Muhammed (a.s.m.) Onun kulu ve Resulüdür. Cennet haktır. Cehennem haktır. Kevser Havuzu haktır. Şefaat haktır. Kabirde sorguya çeken Münker ve Nekir melekleri haktır. Allah’ın verdiği söz haktır. Muhakkak Kıyamet Günü gelecektir ve bunda hiçbir şüphe yoktur. Allah, kabirde yatanları da diriltecektir. İşte biz bu inançla yaşıyor, bu inançla öleceğiz, bu inançla yarın diriltileceğiz ve azap da görmeyeceğiz, inşaallahu teâlâ. 

Evrad-ı Kudisye

3.4.19

Mİ'RAÇ

………Resul-i Ekrem Efendimizin A.S.M mi’racı semada ve Yunus Aleyhisselam’ın mi’racı balık karnında vaki olmuştur…. Hüseyin-i Cisrî /Risale-i Hamidiye

Şerh:

………Resul-i Ekrem Efendimizin A.S.M mi’racı ………( doğduğu şehirde uğradığı boykot ve dışlanma, "melek-sıfat" eşi Hz. Hatice’nin R.A  ve müşriklere karşı onu koruyan Amcası Ebu Talib’in vefatı, insanları İslâma davet için gittiği Taifte taşlanması gibi kayıp ve üzüntülerin çokça yaşandığı hüzün yılında tüm varlığı ve hakikati ile yükselerek Allah’a yakınlığının lahuti boyutuyla ) semada ………ve Yunus Aleyhisselam’ın mi’racı (denize atıldığı zaman onu yutan  balığın karnında Allah’ın birlik tecellisinin iman ve yakininde inkişafı ile dile getirdiği niyaz vasıtasıyla  ) vaki olmuştur….

- Peygamberimizin A.S.M ‘nın  o mağduriyet ve Taifte gördüğü  ezalar içinde  Mi’raç evveli yaptığı  müncaatı:

“Ya Rabbi! Kuvvet ve kudretimin en zayıf hâliyle, elimdeki çare ve vasıtaların en basitiyle, insanların gözünde ifade ettiğim değersizliğimle Sana yalvarıyor, Sana sığınıyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zulme uğramış tüm mazlumların Rabbisin. Sen benim de Rabbimsin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana kaba ve sert davranan bir yabancıya mı, yoksa bana üstün kılacağın bir düşmana mı?

Eğer Sen bana dargın değilsen, başıma gelen eziyet ve işkencelere aldırmam. Ancak Senden gelecek bir himaye ve koruma çok daha hoştur. Öfke ve gazabına uğramaktan; karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Zâtının nuruna sığınırım! Sadece Sana sığınır ve Senin rızanı dilerim. Senden başka kuvvet ve kudret yoktur!”……..

…………Öyle de, bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, değil yalnız kalbi ve ruhuyla, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letâifiyle, kırk seneye mukàbil kırk dakikada, velâyetinin keramet-i kübrâsı olan Miracı ile bir cadde-i kübrâ açarak hakaik-i imaniyenin en yüksek mertebelerine gitmiş, Mirac merdiveniyle Arşa çıkmış, Kàb-ı Kavseyn makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan iman-ı billâh ve iman-ı bil’âhireti aynelyakîn, gözüyle müşahede etmiş, Cennete girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Miracın kapısıyla açtığı cadde-i kübrâyı açık bırakmış….Mektubat

Yunus Aleyhisselamın Mi’raç anahtarı:

Lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn

“Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” Enbiyâ Sûresi, 21:87.

Hisse:

Kendi Mi’racımıza Rabbimizin inayet ve lütuf ile muvaffak olmak dileğiyle

Hayırlı Kandiller

.

22.1.19

Yeniden başlamak..


Bir şeylere yeniden başlamak, alışıldığı üzere bir yoksunluk, başarısızlık ve mağlubiyetin muhtemel tesellisi değil, 
hakikatte tecdit;  her insanın hayatında yeknesak, akim ve semeresiz giden şeylere, tevekkülden alınan bir kuvvetle “dur” demesi elzem olan, çok sebepli bir yenilik ve yenilenmek iradesinin fiili göstergesidir…


.

20.9.17

Nübüvvet ve İttiba-ı Sünnet

nübüvvet ile ilgili görsel sonucu
Nübüvvet İnsanlık İçin Zaruridir
Peygamberler, Allah u Teala’nın, kullarına emir ve yasaklarını bildirmek, onlara hakkı ve doğruyu açıklamak üzere gönderdiği ilahi elçilerdir.
Bütün peygamberler vahye mazhardırlar. Feyiz ve kemalatları kendi kesbleriyle değildir. Onların kalbi, esrar-ı İlahinin tecelligâhıdır.  Onların kalpleri vahyi ve ilhamı kabule pek ziyade müstaid olarak yaratılmıştır. Bütün enbiyalar Allah’ın en mümtaz ve en ulvi fıtratta yarattığı örnek şahsiyetlerdir. Cenab-ı Hak,  onları her türlü maddî ve manevî kemalatın, saadet ve selametin vesilesi  kılmıştır. Bu bakımdan en yüksek bir mertebeye ve en âli bir  medeniyete kavuşmak onlara uymakla mümkündür.
Bu nokta-i nazardan insanın yaratılışından itibaren her zaman ve mekanda peygamberlere ihtiyaç olmuş ve her ümmet için bir peygamber gönderilmiştir. 
“...Hiçbir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah’ın azabıyla) korkutan bir (peygamber) gelip geçmiş olmasın.”[Fatır, 35/24]  
“Her milletin bir peygamberi vardır...”[Yunus, 10/47]
ayetleri bu hakikati ifade etmektedir.
Peygamberler, ümmetlerine Allah’a iman etmeyi, emir ve yasaklarına uymayı tebliğ etmişler; onları tasdik edip itaat edenler, dünya ve ahiret saadetine mazhar olmuşlar, inkar edenler ise ebedî bir azaba müstahak olmuşlardır.
Peygamberlere ve onlara gönderilen kitaplara iman etmek, imanın şartlarındandır. Peygamberlerin bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak, ya da imanın altı şartından birini inkar etmek insanı küfre götürür.  Çünkü iman bir bütündür,  asla bölünmez. Nitekim aşağıda mealeni verdiğimiz  ayetler de bu hakikati açıkça ifade etmektedir.
“Peygamber, Rabbi'nden kendisine ne indirildiyse ona iman etti. Müminlerin de hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. 'Biz Allah'ın peygamberleri arasında ayırım yapmayız, duyduk ve itaat ettik. Ey Rabbimiz, bağışlamanı dileriz, dönüş ancak sanadır.' dediler.”[Bakara, 2/286]    
“Onlar, Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler. 'Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz.' derler. Bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isterler. İşte onlar gerçek kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır. Allah'a ve peygamberlerine iman edenler ve onlar arasında ayırım yapmayanlara (Allah) pek yakında mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.”[1]
Peygamberlik çalışmakla elde edilmez, o ilâhi bir mevhibe, rabbanî bir bağış ve  hususi bir lütuftur. Allah, o mukaddes vazifeyi mümin kullarından ehil gördüklerine ihsan eder ve peygamberliğe seçtiği kulunu bu vazifeye hazırlar. Peygamberlik vazifesini tevdi edinceye kadar onu her türlü kötülüklerden korur ve bu şerefli makama ehil bir halde yetiştirir.
Evet, nübüvvet mühim bir vazifedir. İnsanları irşad ve onlara ulvi hakikatleri tebliğ için  peygamberlerin gelmesi  vücub derecesinde zaruridir. Cenab-ı Hak, nihayetsiz şefkat ve merhametinden dolayı kullarına doğru yolu göstermeleri için peygamberler göndermiştir. Zira insanların ıslahı ve doğru yola yöneltilmeleri, ancak “ismet” sıfatıyla muttasıf olarak günahlardan arınmış peygamberlerin önderliğinde olabilir. Eğer kitap ve peygamber gönderilmese idi, insanlar Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını, neyin helal neyin haram olduğunu bilemez ve sırat-ı müstakimde  gidemezlerdi.      
Karıncayı emîrsiz, arıları ya'subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.”[bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri-16]
Bir insan ne kadar zeki, kabiliyetli, temiz, ince anlayışlı, ilim ve irfanda ileri olursa olsun yine de bir peygambere ihtiyacı vardır, ondan müstağni olamaz. Her insanın anlayış ve kabiliyeti farklıdır. Bu bakımdan herkes aynı derecede her hakikati anlayamaz, hayır ve şerri birbirinden ayıramaz. Birinin şer dediğine diğeri hayır diyebilir. İnsan, sadece aklını kullanarak varlıkları tanır ve vazifelerini bilir; fakat onların yaratılış gayelerini, tesbih ve ibadetlerini anlayamaz. Tevhid akidesi, hakikat-ı eşya, insanın ve kâinatın yaratılış gayesi gibi ulvi hakikatler, ancak onlar ile anlaşılır ve bilinir. Hem bu kâinatın ve insanın yaratılışındaki  ali maksatlar ve ilahi hikmetler ancak “yüksek dellal, doğru keşşaf, muhakkik üstad ve sadık muallim” olan başta Hz. Muhammed (s.a.v) olmak üzere diğer bütün peygamberlerle bilinir ve anlaşılır.
Peygambersiz akıl, her zaman sırat-ı müstakimde yürüyemez, ufku her şeyi kuşatamaz ve tam bir mürşid olamaz. Çünkü akıl da bir mahlûktur, idraki sınırlı ve mahduttur. Nitekim Aristo ve Eflatun gibi üstün zeka sahibi olan dahiler, Allah’a iman ettikleri halde, tekrar dirilmenin ruhen olacağına inanmışlar ve bedenin de dirilmesini akıllarına sığıştıramamışlardır.       
İnsan, mücerred akıl ile Allah ü Teâlâ 'nın varlığını bilse dahi, O Zât-ı Akdes'in kudsî sıfatlarını ve esmasını, bu kâinatın yaratılış hikmetini, insanların vazifelerini, şu mevcudatın nereden gelip, nereye gittiklerini ve ahirete ait hakikatleri bilemeyeceğinden Cenâb-ı Hak onlara peygamberler ve semavî kitaplar gönderdi.
Nitekim, sadece akıl ile hareket eden felsefeciler, tarih boyunca hiçbir noktada ittifak edememişler, birbirlerini tekzip ve  birbirlerinin fikirlerini çürütmekle meşgul olmuşlardır. Çünkü felsefeciler her şeyi  akıl ile halletmeye çalışmışlardır. Herkes kendi aklı ile hareket etmiş, kendi ilmini kafi görmüştür. Sadece akıl ile hareket edenler, hadiselerin iç yüzünü, necat yolunu, alem-i ahirette olacak vukuatları bilemezler ve bilemediler de.  Kur’an ve diğer semavî kitaplar, alem-i ahirette olacak bütün hadiseleri bir harita gibi insan aklının önüne koymuşlardır. Vahy-i ilahide akıl ve mantığın kabul edemeyeceği veya inkâr edeceği hiçbir hakikat yoktur.  Evet, gelen her peygamber aynı davayı anlatmış ve aynı hakikati  ders vermiş ve aynı çizgide ittifak etmişlerdir.  Her gelen peygamber, bir önceki peygamberi kabul ve tasdik edip, daha sonra gelecek peygamberi de müjdelemiştir.
İnsan, şu dünyada, şiddetli ve dehşetli dalgalara maruz kalan bir sefine gibidir. Onu o müthiş dalgaların tehlikesinden kurtarıp, sahil-i selamete çıkaracak kaptanlar ise peygamberlerdir.
Bütün çiçeklerin açması, ağaçların meyve vermesi için güneşe nasıl ihtiyaç varsa, kalp ve  gönüllerin nurlanması ve akılların irşadı için de hidayet güneşi olan peygamberlere o derece ihtiyaç vardır. Dünyada her hastalığın bir tabibi olduğu gibi, içtimaî ve manevî hastalıkların tabibi de peygamberlerdir. İnsanlara Cenab-ı Hakk’ın emir ve yasaklarını anlatmak, onları bir çok manevî hastalıklardan korumak ve cehaletten kurtarıp, fikren ve ilmen terakki ettirmek için peygamberler gereklidir.
Bediüzzaman Hazretleri nübüvvetin ehemmiyetini şöyle ifade etmektedir: 
Bil ki: Nev'-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir feyiz, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve Nebiler elindedir.”[bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a]
Üç Büyük Muarrif
Cenab-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, sıfat ve esmâ-i İlahiyeyi tarif eden üç külli muarif yani tarif edici vardır. Birisi, Cenab-ı Hakk’ın  kudret ve irade sıfatıyla yaratılan ve Cenab-ı Hakk’ın sonsuz kudretinin, ilminin ve iradesinin hariçteki tecessüm etmiş şekli olan şu  kâinat kitabı. Diğeri, “Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm.” Bir diğeri ise, Allah’ın kelâm sıfatından gelen Kur’an-ı Kerim’dir.
Şu kâinat kitabı, insan aklının önüne serilmiş sonsuz hikmet ve tılsımlarla dolu İlâhi bir kitap ve Rabbanî bir sergidir. Kur’an-ı Kerim’in  ilk  nazil olan ayeti “ikra” yani “oku” ayetidir. Okumaktan maksat ise insanın başta kendisini, sonra kâinattaki esmâ-i ilahiyeyi okuması ve bunların Allah’ın harika eserleri olduğunu idrâk etmesidir.    
Zemin yüzünde yazılan ve her bahar sahifesinde teşhir edilen  san'at-ı İlâhiyyeyi ve  binlerce mucizeli ve hikmetli eserleri, onlarda parlayan tevhid sikkelerini ve acip ve garip sanat hârikalarını okuyan bir insan, her bir mevcudatta Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine, eşsiz şefkat ve merhametine deliller ve işaretler bulunduğunu idrak eder ve böylece mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında  kanat açıp uçabilir.
Kâinatta olan mahlukatın nevileri hesaba gelmeyecek kadar çoktur. “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri adedincedir.” Bütün mahlukatlar, Zat-ı Zülcelalin varlığını ve birliğini, sonsuz kudretini ve nihayetsiz  fiillerini  gösteren ayrı ayrı deliller ve  ayinedirler. 
Şahikası semaya yükselmiş olan ulu dağlar, letafetli bağlar, renk renk çiçekli bahçeler ziynetli ovalar ve hayret verici deryalar lisan-ı halleriyle Hâkim-i Kibriya’nın  varlığını ve birliğini ilan etmektedirlerEvet ulvî hakikatlar, derin sırlar ve ali hikmetler ancak vahyin ziyâsiyle görülebilir ve peygamberlerin tebliği ile bilinebilir. İnsan, bütün kemâlât ve faziletlere ancak vahyin ziyası altına girmekle mazhar olabilir; ibadet, tâat, hamd, zikir ve tefekkür  ile terakki eder, istidadına göre marifetullahın hadsiz mertebelerinde tekâmül eder, kâinattaki garip san'atları, acip nakışları ve hakimane tezyinatı hayretle tefekkür eder, Rabb-i Rahîm'inin nihayetsiz ikram ve ihsanlarına şükür ve hamd ile mukabelede bulunur, Cenâb-ı Hakk'ı, vücudu vacip, ilmi muhît, kudreti nihayetsiz, irâdesi mutlak; mahlûkatı ise, vücudu  sonradan var olan hâdis, sonsuz âciz, ilmi nakıs, irâdesi cüz'i olarak bilir.
Evet, semavattaki  güneşlerin, ayların ve milyarlarca yıldızların ezelî bir nizam ve âli bir  intizam içinde hareket etmeleri Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine ve sonsuz kudretine güneş gibi delildirler. Kâinat ve içindeki her mevcut hatta her bir yaprak ve her bir çiçek düşünen, okuyan ve tefekkür edenler için büyük bir kitaptır. Bütün kâinatta görünen nizam ve intizam Allah’ın Ehad ve Samedolduğuna ve O’nun misilden, nezirden, şerikten ve noksan sıfatlardan münezzeh ve müberra ve kemal sıfatlarla muttasıf olduğuna en büyük bir delildir.
Semavat ve arzda görünen bu mükemmel nizamı tefekkür eden insan, ezelî ve ebedî bir Vacib-ül vücudun varlığını ve birliğini müşahede eder ve bütün mahlukatın tazim, sena ve tahiyyatlarının O Zat’ı Zülcelal’e layık ve mahsus olduğunun şuuruna varır.
Kâinat Kitabını  Hz. Muhammed (s.a.v) Okuttu
Peygamber Efendimize (s.a.v) risâlet vazifesi tevdi edilmezden evvel de bütün kâinat güneşler, yıldızlar, denizler ve ağaçlar  Allah’ın varlığına ve birliğine birer ayna ve delil idiler. Ancak o insanlar o delilleri okuyamadılar ve o eserlerin ne mana ifade ettiklerini anlayamadılar. Okumak ve anlamak bir yana kendileri gibi mahluk olan  güneşe, ateşe, nehire, yıldızlara, sığıra ve kendi elleri ile yaptıkları putlara taparak dalalete saptılar.  Bazı kimseler de teslis inancı gibi batıl inanışlara saparak insana uluhiyet isnat ettiler.  Peygamber Efendimiz (s.a.v) hem kâinattaki tekvini ayetlerle hem de Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ile Cenab-ı Hakk’ı anlattı, tanıttı. O’nun emir ve yasaklarını tebliğ etti. O, Kur’an vasıtasıyla cehalet bulutlarını dağıttı. Allah Resûlü (s.a.v) Kelam-ı Rabbanî vasıtasıyla insanlık âlemine, imanın esaslarını, ubudiyetin esrarını, yaratılış sırrını ve hikmetin inceliklerini ders verdi. Zemin ve asuman O’nun nuru ile aydınlandı.
Bediüzzaman Hazretleri; “Sâni’in vücûd ve vahdetine en vâzıh delil nedir?” sorusuna şu harika cevabı verir: “En parlak bürhanı Muhammed’dir (a.s.m).”
Evet, Cenab-ı Hakk’ın varlığına ve birliğine delil olan bütün afakî ve enfüsî deliller, Hz. Peygamberin (s.a.v) vesilesi ile okundu, onlardaki  ulvî ve dakik sırlar O’nun  ile anlaşıldı. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şöyle tasvir eder:
“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir? diye mahlukattan sorulan mühim sorulara; “ benî-âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, nev'-i beşere vekaleten karşısına çıkarak şöyle cevabda bulundu:"
"Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî'nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re's-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî'den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî'nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur'an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!”[2]
Vahyin ziyası altına girmeyen ve ondan istifade etmeyenler, ya süfli arzularının peşinde koşar, sefahate giderler veya dünyanın aldatıcı ve geçici zevkleri ile kendilerini avutmaya çabalarlar. Yahut bir kurtuluş reçetesi olarak hayalî doktrinlere ve felsefenin vehmî düsturlarına yapışırlar. O'nun ulûhiyetinin şânına yakışmayan batıl itikatlarla kendilerini tatmin etmek isterler. Sırat-ı müstakimden gitgide uzaklaşır, hayır ve kemâlâta istidatları kalmayacak derecede tedenni ederler. Artık bu tip insanlar, teselliyi inkârda ve Allah'a düşmanlıkta aramaya başlarlar.
Hz. Peygamber (s.a.v)  kâinat kitabının “Ayetü'l-Kürsisidir.” Kur’an’da bir âyet-el kürsi olduğu gibi, kâinatın ayet-el kürsisi de Hz. Muhammed’dir. Ayetü'l-Kürsi baştan sona kadar  Allah’ı tanıttığı gibi, Allah Resûlü de hayatı boyunca insanlara “Kur’an-ı Kerim vasıtasıyla kâinat ve kâinatta olan bütün mahlukat ile Allah’ı tanıtmış, kâinat kitabının ve ondaki hadisatın nasıl okunacağını öğretmiştir.”
“…anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.”[3]
Beşeriyet zulüm ve dalalet çukurundan ancak O’nun getirdiği hidayet nuruyla ve O’nun sa’y ve gayretiyle kurtulabildi. Putperestliği, batıl itikatları ve hurafeleri kökünden söküp atan O oldu. İnsanlık alemine Cenâb-ı Hakk’ı hakkıyla O (s.a.v) tanıttı, kalplere ve gönüllere O sevdirdi. Dünyevî ve uhrevî saadet kapılarını O açtı. İnsanlık alemini ilim, marifet, adalet ve fazilet ışıklarıyla O ziyalandırdı; onları sürur ve saadete sevk edecek bir şeriat vücuda getirdi. Bu sayede bir çok muazzam medeniyetler kuruldu. Az bir zaman içinde, getirdiği prensiplerle, insanların hem kalplerinde, hem ruhlarında, hem de toplum hayatlarında harikulade bir inkılap yaptı. Her türlü zulmü izale edip adaleti tesis etti. İnsanlar arasında düşmanlık ve nefrete bedel muhabbet ve kardeşliği yerleştirmeye  muvaffak oldu. Alemin yaratılışındaki sırları çözdü. Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm'a bak. O zât, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan Asâ-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev'-i beşeri istilâ eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi' ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi?”[4]
Bu bakımdan, Cenab-ı Hakk’ın en sevgili peygamberi, sıfat ve esmâ-i İlahiyyenin en mükemmel ayinesi olan Hz. Peygamber’i (s.a.v) nefsimizden, çoluk çocuğumuzdan, ana ve babamızdan çok sevmemiz imanın kemalinden olduğu gibi, akıl ve vicdanın da gereğidir.
Evet, Hz. Peygamber  (s.a.v), Hz. Âdem’den başlayıp  en kâmil seviyesine ulaşan bir dinin en son mübelliği, bütün peygamberlerin sultanı, bütün evliyalanın seyyidi ve bütün insanlığın rehberidir. O, Allah sevgisinin kapısıdır. O’nu seven Allah’ı sever. O’nun ahlâkına bürünmeden, O’na tabi olmadan kurbiyet-i İlahiyeye ulaşılamaz. Eğer insanın kalbi muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah ile dolmazsa kâmil imanı elde etmiş olamaz.
Nitekim, Hazret-i Peygamber (s.a.v), bir gün, Hz. Ömer’e (r.a)  “Ya Ömer beni ne kadar seviyorsun?” diye sordu. Hz Ömer (r.a): “Ya Resûllallah nefsimden sonra en çok seni  seviyorum.” diye cevap verince;  Peygamber Efendimiz (s.a.v) Sizden herhangi biriniz beni nefsinden ve ailesinden çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamaz.” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) “Ya Resûlallah seni, anamdan, babamdan, aile efradımdan  ve canımdan  çok seviyorum.” dedi. Peygamber Efendimiz de (s.a.v): “Ya Ömer! İşte şimdi imanın kemâle erdi.”  buyurdular.
Evet, Hz. Muhammed (s.a.v), mukaddes tevhid bayrağının asıl sahibi, kendisinden önceki peygamberlerin geleceğini  müjdelediği kâinatın fahr-i ebedîsidir.
Batılı mütefekkirlerden biri olan Prens Bismarck şöyle der:
“ Ben şunu iddia ediyorum ki; Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. Destgâh-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (a.s.m.)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitab, senin değildir; o lahutîdir. Bu kitabın lahutî olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, huzur-u mehabetinde kemal-i hürmetle eğilirim.”[Eşref Edip, Garp Mütefekkirlerine Göre Kur'an'ın Azamet ve İhtişamı, İstanbul, 1957]
Hz. Peygamber’den (s.a.v) önce yaşamış olan padişahlardan birisi de şöyle demiş: "Ben, Muhammed'e (A.S.M.) hizmetkâr olmasını bu saltanata tercih ederim."
Başka birisi ise: "Ah ben ona yetişse idim, O’nun ammizadesi olurdum." Yani: Hazret-i Ali gibi fedai bir hizmetkârı ve veziri olurdum.” demiştir.
Sonsuz Nur: Kur’an-ı Kerim….
Kur’an-ı Kerim ve diğer semavî kitaplar, kâinat kitabının birer şerhi ve izahıdırlar.  Kur’an-ı Kerim azamet ve kudret-i ilâhiyeyi ne kadar açık bir şekilde izah ediyorsa, kâinat kitabı da o derece kat’i ve parlak bir surette Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini ve kudretini ilan etmektedir.  Kuran’da yazılı olan “Vehüve alâkülli şeyinkâdir” mührü bütün kainatta, bir yumurtada ve bir çiçekte de yazılıdır. Zira, “her şeye kadir olamayan” bir yumurtayı, bir meyveyi ve bir çiçeği yaratamaz. Zira, bir yumurta veya meyve bütün kâinatla alakadardır. Hem “her şeye kadir olamayan bir zât” geceyi götürüp gündüzü getiremez, mevsimleri tebdil edemez. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinat kitabının bir müfessiri olduğunu şöyle ifade eder:
“Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata 'mana-yı harfî' nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, "Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.”[5]
Kur’an-ı Kerim, Cenab-ı Hak’ın müminlere en büyük ziyafetgahıdır. Kur’an, bitmez tükenmez bir hazinedir. Herkes kabiliyetine  ve takatine göre O’ndan istifade ve istifaze edebilir. 
“Kur'an-ı Azîmüşşan yalnız bir asra değil, bütün asırlara nazil olmuştur. Hem bir tabaka insanlara mahsus değil, bütün tabakat-ı beşere şümûlü vardır. Hem bir sınıf insanlara ait değil, bütün beşerin sınıflarına raci'dir. Binaenaleyh herkes, her tabaka, her zaman, fehmine, istidadına göre Kur’an’ın hakaikından hisse alabilir ve hissedardır.”[6]
Sonsuz nur olan Kur’an-ı Kerim’i her kim dikkatle okursa, onun her bir kelimesinde birçok hikmetler bulunduğunu görecek, ondaki i’caz ve üsluba; ifadelerindeki belâğat ve fesahate hayran  kalacaktır. Kur’an, yaklaşık on beş asır evvel nazil olduğu halde, sanki yeni nazil olmuş gibi, tazeliğini muhafaza etmektedir. Çünkü o ezelden gelmiş ve ebede gidecektir.
Zaman ihtiyarlandıkça Kur’an gençleşiyor.”[7]
Kur’an-ı Kerim nazil olmadan evvel, Arap Yarımadasında en revaçta olan şey belağat ve fesahat idi. Belağat ve fesahatın  zirvesinde bulunan  Kur’an’ı Azimüşşan nazil olduktan sonra, hiçbir şair ve  edip onun nazm-ı celiline mukabele edemediler ve tek bir ayetin dahi benzerini yapamadılar, zaten yapmaları da mümkün değildi. Kur’an onlara meydan okudu. Nitekim Cenâb-ı Hak bir ayette  mealen şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’an’nın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine onun gibi bir kitap meydana getiremezler.”[8]
Bundan dolayıdır ki, Kur’an’ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen müşrikler, kısa bir surenin benzerini getirmek gibi rahat bir yolu değil, mal ve canlarını tehlikeye sokan savaşı tercih ettiler.
“Demek, muaraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhaldi. Onun için muharebe-i bis-süyufa mecbur oldular.”[9]
Kur’an nazil olmadan evvel, Kâbe’nin duvarında “muallakat-ı seba” olarak bilinen yedi şiir asılı idi. Bunlardan biri de Arapların  belagatte en ileri ve gözleri âmâ olan Lebid’in şiiri idi. Kızı, kendisine Kur’an’dan bir bölüm okuyunca şöyle dedi: “Kızım bu söz Muhammed’in sözü olamaz. Buna karşı bizim şiirimizin Kâbe’nin duvarında asılı kalmasının bir manası yoktur.” diyerek şiirinin oradan indirilmesini istemiştir.   
İlim ve fen ne kadar terakki ederse etsin, hiçbir asır ve hiç bir kimse Kur’an’daki hakikatlerden müstağni kalamaz. Evet, Kur’an,  iki dünyanın saadetini temin etmiştir. Beşer nelere muhtaç ise hepsi onda mevcuttur.
“Yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, Kitab-ı Mübinde bulunmasın.”[10]
ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir.
Kur’an’ın her bir suresi, her bir ayeti ve  her bir harfi hakikat ve feyiz hazinesidir. Bazen bir tek harf,  (“besmele” deki bâ harfi gibi)   bir sahife kadar hakikatleri ders verir. O’nun her bir harfi,  bir havz-ı ekberdir; feyiz ve bereket suyu oradan gelip, kalplere ve ruhlara akar. O leziz bir kevserdir. Suyundan içmekle doyulmaz. Kur’an, uçsuz bucaksız bir okyanustur; her insan istidat ve kabiliyeti nispetinde onun derinliklerine dalar ve oradan dünyevî ve uhrevî saadete vesile olacak zümrütler, mercanlar ve yakutlar çıkararak insanlığın istifadesine sunar. Yazılan bütün tefsirler o okyanustan ancak bir damladır.  O’nu okuyan ve anlayan iman-ı kâmile erer. Çünkü onun feyzi sonsuzdur. İsmi gibi manaları da güzeldir. Bu nihayetsiz feyizden istifade etmek için onu okumak, anlamak ve hükümlerine uymak lazımdır.  Bununla beraber, onu hakkıyla takdir etmek beşer idrakinin fevkindedir.   
Gece-gündüz binlerce hafızın ve milyonlarca müminin aşk ve şevk ile usanmadan okuduğu, dört yaşındaki bir çocuğun bile kolaylıkla ezberlediği tek kitap Kur’andır. Resûl-i Ekrem’e (s.a.v) indirilen Kur’an-ı Kerim,  her türlü tahriften mahfuz kalan yegâne kitaptır. Semavî kitaplar içinde  benzeri ve eşi yoktur. Onun hiçbir ayeti, hiçbir  harfi ve hatta tek bir noktası dahi değişmemiştir.  Çünkü  Cenab-ı Hak,
“Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.”[11]
Fermanıyla  onu muhafaza edeceğini buyurmaktadır.  O ezelden gelip ebede gidecektir.  Nitekim her zamanda milyonlarca hafızların hafızasında nakşolunmuştur. O, elfaz ve kelimesiyle belagat ve fesahatiyle mucize olduğu gibi, manasıyla da o derece mucizedir.
Bediüzzaman Hazretlerinin Kur’an hakkında yazmış olduğu Yirmi Beşinci Söz'den bir bölümü dikkatinize sunmak istiyorum:
“Kur'ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezelîyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi, ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşafı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikin miftahı, ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı, ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı ebedîye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezelîye-i Sübhâniyenin hazinesi, ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi, ve avâlim-i uhrevîyenin mukaddes haritası, ve Zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı kàtıı, tercüman-ı sâtıı, ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyası, ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi, ve insaniyeti saadete sevk eden hakikî mürşidi ve hâdîsi, ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emir ve davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi bir kitab-ı mukaddestir. Hem bütün evliya ve sıddıkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir."
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvat ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;  hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezelîyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor.”[12]
    Sünnetin Ehemmiyeti ve Hikmeti  
    Sünnet, Allah Resûlünün söz, fiil, emir, hareket ve takrirlerinin bütününü  ifade eder. İslâm dininin Kur’an, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukaha ( fakihlerin içtihatları) olmak üzere dört ana kaynağı vardır. Sünnet, Kur’an’dan sonra ikinci ana kaynaktır.
Resul-i Ekrem’in (s.a.v)  sünnetleri akvali, ef'ali ve ahvali olmak üzere  üç kısma ayrılır.
    Akvalî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v)  çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerin bütününü ifade eder.
Ef’alî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v), namazı nasıl  kıldığı ve  haccı nasıl yaptığı gibi farzlardan, yemek, içmek ve uyumak adabına kadar bütün fiilleridir.
Ahvalî Sünnet: Hz. Peygamberin (s.a.v) hayatıyla sergilediği örnek halleridir. Allah Resûlü’nün sahabelerinden gördüğü veya işittiği bir işi güzel görmesi veya sükût etmesi de ahvali sünnete girmektedir.
Bütün hareketleri, oturup kalkması, söz söylemesi, yiyip içmesi, uyuması, tebessümü hasılı hayatının bütün detayları en ince ayrıntısına kadar kayıt altına alınan yegane insan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Bu cihetle de O’nun insanlık aleminde hiçbir eşi ve dengi yoktur. O’nun hiçbir sünneti eskimez, O’ndan asla bezilmez. Kainatın Fahr-i ebedisi, hiçbir zaman sönmeyen ve daima tazeliğini muhafaza eden bir nurudur. O (s.a.v) gecesi olmayan bir güneştir; akıl ve idrakte en ileridedir ve O (s.a.v) sırlar hazinesinin anahtarıdır. O’nun endamı emsalsiz olduğu gibi, ahlakının güzelliği de benzersizdir. Allah Resûlü’nün bütün hareketleri itidal üzere olup, hayatı boyunca kendisinden hikmetsiz, faidesiz ve abes bir şey zuhur etmemiştir. Resûlullah Efendimiz’in her hareketinde, her işinde, her tavrında, bütün sözlerinde ve hattâ sükûtunda  nice hikmetler ve alınacak bir çok dersler ve ibretler vardır.
“Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyeyi takdir etmeyip, bid'alara giriyor.”[13]
    Sünnet, dünyada Allah Resulünü kendine rehber edinen ve ahirette de O’nunla beraber olmak arzusu ile yanıp tutuşanların  hayat tarzıdır.  Bu yol rıza yoludur ve cennetin yoludur.
    Kınalızadenin dediği gibi, “İki nokta arasındaki doğru tektir; ama iki nokta arasından sonsuz sayıda eğri çizgiler geçer.” İşte Fatiha Suresinde sırat-ı müstakim olarak ifade edilen bu tek doğru, Kur’anda beyan edildiği gibi “peygamberlerin, sıddıkların, şüheda ve salihlerin” yoludur. Bu yolun en büyük önderi de ahirzaman peygamberi Hazret-i Muhammeddir (asm). Onun yolundan ayrılanlar mağdup ve dallin güruhlarına dahil olurlar. Yani, Allah’ın rahmetinden uzaklaşıp gazabına uğrarlar ve yine O’nun nurlu yolundan sapıp dalalete düşerler.
    Gezegenler yörüngelerinden saptıklarında helâk oldukları gibi, müminler de tek kelimeyle “sünnet” olarak bilinen hakikat yolundan yani sırat-ı müstakimden ayrılanlar doğrudan uzaklaşır,  hem dünyada hem de ahirette perişan olurlar.
    Cenab-ı Hakk’ın tayin ve takdir ettiği bu istikamet yolu, ayetlerde tek tek sıralandığı gibi, Allah Resulünün (s.a.v) hayatında da en mükemmel olarak uygulayarak insanlık alemi için en mükemmel bir model olmuştur. İşte sünnete ittiba etmek, bu İlahi ve Rabbanî modele uymak demektir.
    Sünnete ittiba etmek, Kur’an yolunda yürümek demektir. Üstad Bediüzzaman:
“Kur’anın vazife-i asliyesi, daire-i rububiyetin kemâlat ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvâlini talim etmektir.” 
buyrulur. İşte,   bu İlahi vazifeleri en mükemmel şekilde anlayan ve hayatıyla sergileyen Allah Resulüdür.  
Peygambere İtaat ve Muhabbeti Kur’an Emrediyor
Cenâb-ı Hak, bir çok ayet-i kerimede Hz. Peygamber’e (s.a.v) tabi olmamızı, O’nun getirdiği esaslara uymamızı ve sünnetine muhalif hareketlerden kaçınmamızı emretmektedir. Bu ayetlerden bazılarını dikkatinize sunuyorum:
“…Peygamber size her ne (emir) verdiyse onu tutun. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir.”[14]
“Kim peygambere itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni onlara bekçi olarak göndermedik.”[15]
“Allah’a itaat edin, Resûle itaat edin ve kötülüklerden sakının.”[16]
Bu bakımdan bütün insanlık alemi için, “Üstad-ı Mutlak, Muktedâ-yı Küll, Rehber-i Ekmel, Şems-i Hidayet”  olarak gönderilen Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) her emri yerine getirilmeli, nehyettiği şeylerden şiddetle kaçınmalı,  bütün sünnetleri  elden geldiğinde hayatımıza tatbik edilmeli ve O hidayet rehberi ferdî ve içtimaî hayatımızın her safhasında  örnek alınmalıdır. 
Bir ayet-i kerimede mealen  şöyle buyrulur:
“Ey Resulüm, de ki: Ey insanlar! Eğer Allah’ı seviyorsanız,  bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” [17]  
Bu ayetten de açıkça anlaşıldığı gibi, Allah’ı sevmenin yolu ve şartı Resûl-i Ekrem’i (s.a.v) sevmektir. O’nu sevmek ise, sünnet-i seniyyesine tabi olmaktır.
  "Eğer Allah'a muhabbetiniz varsa, Habibullah'a ittiba edilecek.İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah'a muhabbetiniz yoktur." Muhabbetullah varsa, netice verir ki: Habibullah'ın Sünnet-i Seniyesine ittibaı intac eder."
   "Evet, Cenab-ı Hakk'a iman eden, elbette ona itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en müstakimi ve en kısası, bilâ-şübhe Habibullah'ın gösterdiği ve takib ettiği yoldur.”[18]
Şu halde, marifetullaha, muhabbetullaha ve manevî feyizlere nail olmak isteyen kişi, O’nun sünnet-i seniyyesini kendine rehber ittihaz etmeli, sünnetin usul ve adabına hassasiyetle uymalıdır.  Zira, “İttiba-i sünnet-i Ahmedîye (s.a.v) en büyük bir maksad-ı insanî ve en mühim bir vazife-i beşeriyedir.”[19]
Evet, Allah’a itaat yolları içinde en makbul ve en doğrusu Resûlullah’ın gösterdiği yoldur.  O’na itaat etmeyenler fert olsun, cemaat olsun dünyevî ve uhrevî saadete nail olamazlar. Allah’ı bulmanın ve rızasına nail olmanın en kısa ve en selamet yolu; “rahmetin en parlak bir misâli ve mümessili ve o rahmetin en beliğ bir lisânı ve dellâlı olan ve Rahmeten li’l-âlemîn ünvânıyla Kur’ân’da tesmiye edilen Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnetidir ve tebâiyetidir.”[20]
Hz. Peygamber (s.a.v),   sadece  İslâm dininin esaslarını tebliğ etmekle ve hükme bağlamakla kalmamış,  fiil ve hareketleriyle de bu hakikatleri uygulamalı olarak ders vermiştir. Onun için Allah Resûlünün (s.a.v) hayatının her anında insanlık alemi için her açıdan nice  örnekler vardır. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur:
“Andolsun ki, Resulullah’da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.”[21]
Ayette zikredilen “üsve” kelimesi uyulacak ve arkasından gidilecek “örnek” ve “numûne-i imtisal” demektir. Bu bakımdan O, her hususta   bütün  insanlık  alemi için en güzel bir  modeldir ve en büyük bir rehberdir. O’nun sünnetini hayatına tatbik eden her mümin, dünyevî ve uhrevî saadete nail olur. Zira Hz. Muhammed (s.a.v); “bir bürhân-ı Hak, bir sirâc-ı hakikat, bir şems-i hidâyet, bir vesile-i saadet” tir. 
    Peygamber Efendimiz (s.a.v)  sünnetin ehemmiyetini bir hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir:  
    “Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı yapışır ve uyarsanız asla dalalete sapmazsınız. Bunlar, Kuran-ı Kerim ve benim sünnetlerimdir."
“Bu Kur’an’ın bir ucu taraf-ı İlahidedir, bir tarafı da sizin elinizdedir. Ona  yapışırsanız dalalete sapmazsınız.”
“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir." buyurmaktadır.
    Bediüzzaman Hazretleri de sünnete uymanın ne kadar mühim olduğunu şu harika cümlelerle  ifade eder:
    “Sünnet-i Seniyeye ittiba, mutlaka gayet kıymetdardır. Hususan bid'aların istilâsı zamanında sünnet-i seniyeye ittiba etmek daha ziyade kıymetdardır. Hususan fesad-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyenin küçük bir âdâbına müraat etmek, ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittiba etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı hatıra getiriyor. O ihtardan o hatıra, bir huzur-u İlahî hatırasına inkılab eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyeyi müraat ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevablı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor.”
    Demek ki, bir mümin yapmış olduğu günlük işlerinde Hz. Peygamber’in (s.a.v) sünnetine göre hareket etse, O’na benzese bütün bu işleri ibadet hükmüne geçer. Meselâ; bir mümin, yatsı namazını kıldıktan sonra, sabah namazına kalkmak niyeti ile abdestli olarak sünnet üzere yatsa her nefes alıp verdiğinde ona sevap yazılır ve böylece onun uykusu ibadet hükmüne geçer. Aynı şekilde yapacağı diğer günlük işlerinde de Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) sünnetine göre hareket etse,  onun yemesi, içmesi ve ticareti ibadet hükmüne geçer.
    İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (r.a.) de şöyle buyurmuşlardır:
    "Ben seyr-i ruhanîde kat'-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu."
Bediüzzaman Hazretleri bir çok risalesinde sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini çok güzel bir şekilde izah etmiştir. Bunlardan bir kaçını dikkatinize sunmak  istiyorum:
“Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ı istilzam eder. Çünkü Allah'ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef'alde benzemek, iki cihetledir: Birisi: Cenâb-ı Hakk'ı sevmek cihetinde emrine itaat ve marziyatı dairesinde hareket etmek, o ittibaı iktiza ediyor. Çünki bu işde en mükemmel imam, Zât-ı Muhammediyedir (A.S.M.)  İkincisi: Madem Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), insanlara olan hadsiz ihsanat-ı İlahiyenin en mühim bir vesilesidir. Elbette Cenâb-ı Hak hesabına, hadsiz bir muhabbete lâyıktır. İnsan, sevdiği zâta eğer benzemek kabil ise, fıtraten benzemek ister. İşte Habibullah'ı sevenlerin, sünnet-i seniyesine ittiba ile ona benzemeye çalışmaları, kat'iyyen iktiza eder.”[22]
"Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil'ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu'cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur'an-ı Hakîm'in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel nümunelerdir ve takib edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.” [23]
    Kur’an’ın Anlaşılmasında Sünnetin Ehemmiyeti
Elhasıl, sünnet Kur’an’ın mücmel ve anlaşılması güç olan ayetleri sünnet açıklar; Kur’an’ın hükümlerini teyit eder. Bu bakımdan Hz. Peygamber’e ve O’nun sünnetine uymadan Kur’an anlaşılamaz. Mesela: “Namazı kılın, zekâtı verin”  ayetlerini şerh ve izah eden Allah Resûlüdür (s.a.v). Evet, Kur’an’da namaz emredilmiştir, ama hangi vakitlerde, kaç rekat ve nasıl kılınacağı  bildirilmemiştir. Aynı şekilde “zekat” emredilmiş, ancak sığır, deve ve koyun gibi hayvanlardan  kaçta bir  verileceği, yine   hububatlardan, altın, gümüş ve paradan ne kadar verileceği açıklanmamıştır.  Namaz ve zekat gibi diğer emirlerin de nasıl ifa edileceği, o ibadetlerin şartlarını,  şeklini ve miktarını tafsilatıyla ortaya koyan Resûl-i Ekrem’dir (s.a.v). Bu bakımdan, Kur’an-ı Kerimin birinci tefsiri hadis-i şeriflerdir.”
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın.” 
“Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın.”
Evet, Sünnet, Kur’an’daki hükümleri destekler, güçlendirir ve Kur’an ayetlerine açıklayıcı hükümler getirir. İnsan, Hâlik-ı Hakîm’in şu kâinat kitabında kudret kalemiyle yazdığı âyât-ı tekviniyesinden, kendi aklı ile çok cüz’i şeyler anlayabildiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i sadece okumakla veya âyetlerinin meallerine nazar etmekle de çok az şey anlayabilir.
İşte bunun içindir ki, Cenâb-ı Hak, Peygamber-i Zîşân’ı (s.a.v) bütün insanlara her cihetle bir rehber, ölçü ve imam olarak göndermiştir. Bir mü’min her halinde, her sözünde ve her işinde kendisini O’nun sünnetine göre ölçecek ve o ölçüye uyduğu nispette kıymet kazanacaktır.
Sünnete uymak yerine, kendi ölçüleri ile hareket edenlerin hem bu dünyada hem de alem-i ahirette  hüsrana uğrayacakları muhakkaktır. Kâinat kitabını muhtelif yönleriyle bizlere ders veren mütefennin kimseler ve keşşâf zatlar olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerîm’i de bizlere ders verecek başta Hz. Peygamber (s.a.v) olmak üzere   diğer mürşidler, müçtehidler ve  âlimlerdir.
Âmi bir insan, güneşi bir elma kadar zannederken, bir kozmoğrafyacı âlim, o güneşin bu dünyadan bir milyon üç yüz bin kat büyük olduğunu görebilmektedir.
Yine, okuma yazma bilmeyen bir adam, kanı, kırmızı bir su olarak görürken, bir doktor o kan içindeki milyarlarca alyuvar ve akyuvara nazar edebilmektedir.
Hem su üzerinde ihtisası olmayan bir insan, bir nehre baktığında sudan başka bir şey göremezken, bir elektrik mühendisi o nehrin arkasında şelâleleri ve elektrik cereyanını müşahede etmektedir.
Botanik ilminden habersiz olan  bir kişi bir bitkinin yüzüne sadece  bakıp dururken, o fende terakki etmiş bir zât, nebatatta gizli olan birçok hikmetleri ortaya çıkarmakta ve bir eczacı ise onlardan ilâç yapmaktadır.
Şimdi, bir adam eczaneden ilâç almayıp, “Madem ki bütün ilâçlar bitkilerden yapılıyor; o halde bu ilâçları menbaından kendim elde edeceğim.” diyerek, dağlara çıkıp ot toplasa ne derece divanelik etmiş olur; kıyas ediniz.
İşte, Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyetinde,  her bir kelimesinde  hatta her bir harfinde ne derece azametli nurlar, ne gibi eczalar, nasıl ince, derin ve engin mânâlar bulunduğunu ve her bir âyetin ne kadar azîm ve büyük olduğunu anlayabilmemiz için de onun birinci muhatabı ve en büyük müfessiri olan Hz. Peygamber’e ve O’nun yolundan giden mürşit, müceddid ve  alimlere ihtiyaç vardır. Aksi halde, ne kadar sathî nazarlı kalacağımız  yukarıdaki misâllerden anlaşılmaktadır
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v) gösterdiği, teşvik ettiği ve yaşadığı nurlu yol sırat-ı müstakimdir. İslâm’dan başka hak din, Kur’an’daki ulvî hakikatlerden daha yüksek bir hakikat ve Hz. Peygamber’den (s.a.v) daha mükemmel bir rehber yoktur. Öyle ise her mümin ve her  münevver insan böyle bir rehberin bütün meziyetlerini ve güzel ahlâkını bütün ihtişamıyla anlamalı, anlatmalı ve elden geldikçe hayatına tatbik etmelidir. Bu, O’na ümmet olmanın ve O’nu sevmenin icabıdır. Aksi halde O’nun feyzinden ve bereketinden istifade edemez, huzur ve saadete eremeyiz.
Dipnotlar:
[1] Nisâ, 4/150-152.
[2] Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü'l-İ’caz.
[3] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler.
[4] Nursi, B.S. İşârâtü’l-İ’caz.
[5] Nursî B.S. Sözler, On İkinci Söz.
[7] Mektubat.
[8] İsrâ, 17/88.
[9] Nursî, B.S. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.
[10] En’am, 6/59.
[11] Hicr, 15/9.
[12] Sözler.
[13] Mesnevi-î Nuriye.
[14] Haşir, 59/7.
[15] Nisa, 4/80.
[16] Maide, 5/92.
[17] Âl-i İmran, 3/31.
[18] Lem’alar.
[19] age.
[20] Sözler.
[21] Ahzap, 33/21.
[22] Lem’alar.
[23] age.
Yazar: Mehmed Kırkıncı