“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
38 -*MABUD-U BİLHAKK'IN EN HÂLİS
ABDİ**(A.S.M)*
Anlamı: Hakkıyla ibadete
lâyık olan Allah’ın C.C en saf, duru saffetli kulu olan Hz. Muhammed A.S.M
……Hem getirdiği dine herkesten
ziyade itaati ve Hâlıkına karşı herkesten ziyade ubûdiyeti ve menhiyâta karşı
herkesten ziyade takvâsı kat’iyen gösterir ki, o, Sultan-ı Ezel ve Ebedin
mübelliğidir, elçisidir. Ve o, Mâbud-u Bilhakkın en Hâlis Abdidir……..Mektubat
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
………..BEŞİNCİ HAKİKAT
Bâb-ı Şefkat ve Ubûdiyet-i
Muhammediyedir (aleyhissalâtü vesselâm). İsm-i Mücîb ve Rahîmin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir
haceti en ednâ bir mahlûkundan görüp kemâl-i şefkatle, ummadığı yerden is’âf
eden ve en gizli bir sesi en gizli bir mahlûkundan işitip imdad eden, lisan-ı
hâl ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir
merhamet sahibi bir Rab, en büyük bir Abdinden, HAŞİYE en sevgili bir
mahlûkundan, en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’âf etmesin, en yüksek duayı
işitip kabul etmesin?
HAŞİYE : Evet, bin üç yüz elli sene
saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üç yüz elli milyondan
ziyade raiyeti bulunan ve hergün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve
onun kemâlâtına şehadet eden ve kemâl-i itaatle evamirine inkıyad eden; ve
arzın nısfı ve nev-i beşerin humsu, o zâtın sıbğı ile sıbğalansa, yani mânevî
rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbî-i ervahı olsa,
elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabbin en büyük abdidir. Hem ekser
envâ-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mucizesini taşımak suretiyle onun
vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en
sevgili mahlûkudur. Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği bekà gibi
bir haceti ki, o hacet ise, insanı esfel-i sâfilînden âlâ-yı illiyyîne
çıkarıyor; elbette o hacet, en büyük bir hacettir ve en büyük bir abd, umumun
namına onu Kàdıyu’l-Hâcâttan isteyecek.
Evet, meselâ hayvanatın zayıflarının
ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lûtuf ve suhuleti
gösteriyor ki, şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder.
Rububiyetinde bu derece rahîmâne bir şefkat, hiç kabil midir ki, mahlûkatın en
efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikati On Dokuzuncu Sözde izah
ettiğim vech ile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:
Ey nefsimle beraber beni dinleyen
arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: “Bir adada bir içtima var. Bir yâver-i
ekrem bir nutuk okuyor.” Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki:
Gel, bu zamandan tecerrüt edip,
fikren Asr-ı Saadete ve hayalen Ceziretü’l-Araba gidiyoruz. Ta ki, Resul-i
Ekremi (aleyhissalâtü vesselâm) vazife başında ve ubûdiyet içinde görüp ziyaret
ederiz.
Bak: O zât nasıl ki risaletiyle,
hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun
gibi, ubûdiyetiyle ve duasıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennetin vesile-i
icadıdır.
İşte, bak: O zât öyle bir salât-ı
kübrâda, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki; güya bu
cezire, belki bütün arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünkü,
ubûdiyeti ise, ona ittiba eden ümmetin ubûdiyetini tazammun ettiği gibi,
muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubûdiyetini tazammun eder.
Hem o salât-ı kübrâyı öyle bir
cemaat-i uzmâda kılar, niyaz ediyor ki, güya benî Âdemin Hazret-i Âdem’den
asrımıza, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle
iktida edip duasına âmin derler. HAŞİYE-1
HAŞİYE-1 : Evet, münacat-ı Ahmediye
(a.s.m.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salâvatları
onun duasına bir âmin-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen
herbir salâvat dahi, onun duasına birer âmindir. Ve ümmetinin herbir ferdi,
herbir namazın içinde ona salât ve selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin
ona dua etmesi, onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve
umumî bir âmindir. İşte, bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı hâliyle,
bütün kuvvetiyle istediği bekà ve saadet-i ebediyeyi, o nev-i beşer namına
zât-ı Ahmediye (a.s.m.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında âmin
diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabule karîn olmasın?
Bak: Hem öyle bekà gibi bir hacet-i
amme için dua ediyor ki, değil ehl-i arz, belki ehl-i semâvât, belki bütün
mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hâl ile “Oh, evet, yâ Rabbenâ! Ver,
duasını kabul et, biz de istiyoruz” diyorlar. Hem bak, öyle hazinâne, öyle
mahbubâne, öyle müştakane, öyle tazarrukârâne saadet-i bakiye istiyor ki, bütün
kâinatı ağlattırıp duasına iştirak ettiriyor.
Bak: Hem öyle bir maksat, öyle bir
gaye için saadet isteyip dua ediyor ki, insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i
sâfilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten,
abesiyetten, âlâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekàya, ulvî vazifeye, mektubât-ı
Samedâniye olması derecesine çıkarıyor.
Bak: Hem öyle yüksek bir fizâr-ı
istimdatkârâne ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârâne ile
yalvarıyor ki, güya bütün mevcudata, semâvâta, Arşa işittirip, vecde getirip,
duasına “Âmin, Allahümme âmin” dedirtiyor. HAŞİYE-2
HAŞİYE-2 : Evet, şu âlemin
Mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurâne, alîmâne, hakîmâne olduğu
halde, hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf, kendi masnuatı içinde
en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın. Hem hiçbir cihetle
mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve
daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde, ona karşı lâkayt kalsın,
ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki, o Mutasarrıf-ı
Kadîr-i Rahîm, onun dualarına lâkayt kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin.
Evet, zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün
kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti. Ve göründü ki,
şu kâinatın mevcudatı, esmâ-i İlâhiyeyi okutan birer mektubât-ı Samedâniye,
birer muvazzaf memur ve bekàya mazhar kıymettar ve mânidar birer mevcutturlar.
Eğer o nur olmasaydı, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, mânâsız,
faydasız, abes, karma karışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde
kalırdı. İşte, şu sırdandır ki, insanlar zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) duasına
âmin dedikleri gibi, Arş ve ferş ve serâdan Süreyyaya kadar bütün mevcudat,
onun nuruyla iftihar edip alâkadarlık gösteriyorlar. Zaten ubûdiyet-i
Ahmediyenin (a.s.m.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidemâtı, bir
nevi duadır. Meselâ, bir çekirdeğin hareketi, Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir
nevi duadır.
Bak: Hem öyle Semî’ ve Kerîm bir
Kadîrden, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîmden saadet ve bekàyı istiyor ki,
bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafi bir niyazını
görür, işitir, kabul eder, merhamet eder, lisan-ı hâl ile de olsa icabet eder.
Öyle suret-i hakîmâne, basîrâne, rahîmânede verir ve icabet eder ki, şüphe
bırakmaz, o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîre mahsus, öyle bir Kerîm ve
Rahîme hastır.
Acaba, bütün benî Âdemi arkasına
alıp, şu arz üstünde durup, Arş-ı Âzama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin
hülâsa-ı ubûdiyetini cami’ hakikat-i ubûdiyet-i Ahmediye (a.s.m.) içinde dua
eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat ne
istiyor, dinleyelim.
Bak: Kendine ve ümmetine saadet-i
ebediye istiyor. Bekà istiyor. Cennet istiyor. Hem, mevcudat âyinelerinde
cemâllerini gösteren bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiye ile beraber istiyor. O
esmâdan şefaat talep ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesapsız esbab-ı
mucibesi, delâil-i vücudu olmasaydı, yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın
icadı kadar Hâlık-ı Rahîmin kudretine hafif gelen şu Cennetin binasına
sebebiyet verecekti. HAŞİYE
HAŞİYE : Evet, âhirete nisbeten
gayet dar bir sahife hükmünde olan rû-yi zeminde had ve hesaba gelmeyen harika
san’at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek ve üç yüz bin
kitap hükmünde olan muntazam envâ-ı masnuatı o tek sahifede kemâl-i intizamla
yazıp derc etmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette lâtif ve muntazam Cennetin
binasından ve icadından daha müşküldür. Evet, Cennet bahardan ne kadar yüksek
ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati, o Cennetten daha müşküldür ve
hayretfezâdır denilebilir.
Evet, baharımızda yeryüzünü bir
mahşer eden, yüz bin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlaka, Cennetin
icadı nasıl ağır olabilir? Demek, nasıl ki onun risaleti şu dar-ı imtihanın
açılmasına sebebiyet
verdi, “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubûdiyeti dahi, öteki
dar-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi. Acaba hiç mümkün müdür ki, bütün
akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem ve geniş rahmet içinde kusursuz
hüsn-ü san’at, misilsiz cemâl-i rububiyet, o duaya icabet etmemekle böyle bir
çirkinliği, böyle bir merhametsizliği, böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?
Yani, en cüz’î, en ehemmiyetsiz
arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip ifa etsin, yerine getirsin; en
ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın,
yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüz bin defa hâşâ! Böyle bir cemâl, böyle bir
çirkinliği kabul edip çirkin olamaz. HAŞİYE Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm, risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubûdiyetiyle de âhiretin
kapısını açar.
HAŞİYE : Evet, inkılâb-ı hakaik
ittifaken muhaldir. Ve inkılâb-ı hakaik içinde muhal ender muhal, bir zıt kendi
zıddına inkılâbıdır. Ve bu inkılâb-ı ezdad içinde, bilbedahe bin derece muhal
şudur ki, zıt, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun.
Meselâ, nihayetsiz bir cemâl, hakikî cemâl iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte,
şu misalimizde meşhud ve kat’iyyü’l-vücud olan bir cemâl i Rububiyet, cemâl-i
Rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte, dünyada muhal ve
bâtıl misallerin en acibidir.
*Dünya ve Cennetler dolusu Rahmân’ın
rahmeti onun üzerine olsun. Allahım! Kulun ve resulün olan, iki cihanın
efendisi ve iki âlemin medar-ı iftiharı ve iki dünyanın hayatı ve iki cihan
saadetinin vesilesi ve zülcenâheyn ve cin ve insin peygamberi olan şu Habîbine,
bütün âl ve ashabına ve nebî ve resul kardeşlerine salât ve selâm et. Âmin.*………..Sözler
| Onuncu Söz
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
*Biz Abdiz; sebeb-i hilkatimiz,
Seyyidimizi, Yaratanımızı, Râzıkımızı bilmek ve bulmaktır*. Hulûsi R.H
……Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün
cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya
yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, imanını kurtaracak
hakikatleri onda bulur. Çünkü her cüz’ün diğerleriyle mânen irtibatları vardır.
Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitapta, bizdeki
hakikatlerin de uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün,
çalışırsan anlarsın, cüz-ü ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da
muvaffakiyet verir. Bulur ve bilebilirsin……………..Barla L/Hulûsi R.H