“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
101 - *BÜTÜN TECELLİYAT-I İLAHİYEYE
MAZHAR* *(A.S.M)*
Anlamı: Allah’ın CC görünme, bilinme
muradı, kendini bildirme iradesinin tezahürü ile isim ve sıfatlarındaki mahiyetleri,
mevcudat adedince, kanunlar sayısınca, istidatlar içtimaınca, zahiri batini
kuvveler efkâr ve hissiyatlar kesret ve keyfiyetince, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin
miktarınca marziyatını mazharların aynasında gösteren ve bu Esma’ül Hüsna
tecellisinin en cami, en geniş göründüğü ayna olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm.
…Çünkü, külli hakikat-ı Muhammediye
(a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i
azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve
gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap, doğrudan doğruya ona
bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder……Emirdağ L.
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi
pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayarana başlar.
Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu
içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen
adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri
Peygamberimizin (a.s.m.) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla
bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine
vasıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i
zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır
içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (a.s.m.)
çıkmıştır.
Ve feyz-i İlâhi ile sulanmış ve
fazl-ı Rabbâni ile tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (a.s.m.)
mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde
durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.
Maahaza, mebde-i hayatına şek ve
şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zâtı ile
tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi
Zîşan (a.s.m.) tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir.
Çünkü, o zât yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu kadar
görünen terakkiyat, kemâlât onun zâtî malı değildir. Ancak hariçten verilen,
Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir…. Mesnevi-i Nuriye
Madem bu san’atlı ve hikmetli
masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemâlâtını teşhir etmek; ve
bu süslü ve ziynetli nihayetsiz mahlûkatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek;
ve bu lezzetli ve kıymetli hesapsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd
ettirmek; ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ
ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir
surette ihzar edilen Rabbânî it’amlar ve ziyafetlerle kendi rubûbiyetine karşı
minnettarâne ve müteşekkirâne ve perestişkârâne ibadet ettirmek; ve mevsimlerin
tebdili ve gece-gündüzün tahvili ve ihtilâfı gibi azametli ve haşmetli
tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve hallâkıyetle kendi
ulûhiyetini izhar ederek, o ulûhiyetine karşı iman ve teslim ve inkıyad ve
itaat ettirmek; ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye, fenalığı ve fenaları
izale ve semâvî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,
hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.
Elbette ve herhalde, o gaybî Zâtın
yanında en sevgili mahlûku ve en doğru abdi ve onun mezkûr maksatlarına tam
hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammâsını hall ve keşfeden ve
daima o Hâlıkının namına hareket eden ve Ondan istimdat eden ve muvaffakiyet
isteyen ve Onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan ve Muhammed-i Kureyşî
denilen bu zât (a.s.m.) olacak….Şualar
…Bu Kâinat Sahibinin tezahür-ü
rububiyetine ve sermedî ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubûdiyet
ve tanıttırmakla mukabele eden muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta
güneşin lüzumu gibi elzemdir ki, nev-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük
peygamberi (a.s.m.) ve Fahr-i Âlem ve “Eğer sen olmasaydın kâinatı
yaratmazdım.” hitabına mazhar
ve hakikat-i muhammediyesi hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en
mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemâlâtı ve sermedî bir
Cemîl-i Zülcelâlin bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli
ef’âlinin vazifedar eserleri ve çok mânidar mektupları olması ve bâki bir âlemi
taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti
netice vermesi gibi hakikatleri, hakikat-ı muhammediye (a.s.m.) ve risalet-i
Ahmediye ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat onun risaletine gayet
kuvvetli ve kat’î şehadet eder; öyle de, başta âlem-i İslâm, bütün beşer ve
bütün zîşuur, Cehennemden acı ve korkunç olan ademden, hiçlikten, idam-ı
ebedîden, fena-yı mutlaktan kurtulmak için, daimî aşk ve şevkle her zamanda ve
câmi’ mâhiyetinin bütün kuvvetleriyle, bütün istidadat lisanlarıyla bütün
dualar ve ibadetler ve ricalarının dilleriyle istedikleri hayat-ı bâkiyeyi
kuvvetli, kat’î beşaret veren risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ve hakikat-i
muhammediyeye (a.s.m.) şehadet edip nev-i beşerin medâr-ı iftiharı, eşref-i
mahlûkat olduğuna imza bastığı gibi, her zamanda üç yüz elli milyon ehl-i
imanın “Bir şeye sebep olan onu yapan gibidir.” sırrınca, hergün işledikleri bütün hasenatlar ve hayırların bir misli
muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın defter-i hasenatına girmesi ve o tek
şahsiyet-i muhammediye (a.s.m.), yüzer milyon, belki milyar âbid-i muhsin kadar
küllî bir ubudiyete ve füyuzâtına mazhar bir makam kazanması, o zâtın
risaletine pek kuvvetli şehadet edip imza basar….Şualar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
Ben ve herbir fert, halen ve kàlen,
müteşekkir ve müftehir olarak, şöyle demeliyiz:
Beni yaratan ve yokluk
karanlıklarından çıkararak bana varlık nurunu nimet olarak veren Zât bana
yeter.
Kezâ, sahibine herşeyi veren ve onun
elini herşeye uzatan hayat nimetini bana bağışlayarak beni hayat sahibi yapan
Zât bana yeter.
Kezâ, insanı, büyük âlemden mânen
daha büyük bir küçük âlem yapan insaniyet nimetini bana bağışlayarak beni insan
yapan Zât bana yeter.
Kezâ, dünya ve âhireti nimetlerle
dolu iki sofra haline getirerek iman eliyle mü’mine takdim eden iman nimetini
bana bağışlayarak beni mü’min yapan Zât bana yeter.
Kezâ, beni habibi olan muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâmın ümmeti yaparak, imanda bulunan ve bütün kemâlât-ı
beşeriye mertebelerinin üstünde olan muhabbet ve İlâhî muhabbet nimetini bana
bağışlayan ve bu imânî muhabbet ile, mü’minin istifadesini imkân ve vücub
dairelerinin sonsuz müştemilâtına kadar genişleten Zât bana yeter.
Kezâ, beni cansız kılmayıp, hayvan
yapmayıp, dalâlette bırakmayarak, cins ve nevi ve din ve iman itibarıyla
mahlûklarının pek çoğundan üstün kılan Zât bana yeter ki, hamd de Ona, şükür de
Ona mahsustur.
Kezâ, “Ne yere, ne de göğe sığmadım;
Ben bir mü’min kulumun kalbine sığdım” meâlindeki hadisin sırrıyla, yani, bütün
kâinatta tecellî eden İlâhî isimlerin bütün tecellilerine insanın câmi bir
mazhar olması sırrıyla, kâinata sığmayan bir nimeti bana bağışlayarak beni
isimlerinin tecellilerini içine alan bir ayna yapan Zât bana yeter.
Kezâ, bende bulunan mülkünü muhafaza
etmek üzere benden satın alarak sonra bana iade eden ve karşılığında bize
Cenneti veren Zât bana yeter. Vücudumun zerrelerinin kâinatın zerreleriyle
çarpımı sayısınca Ona şükür ve hamd olsun.
Hasbî Rabbî Cellallah.
Nûr Muhammed Sallallah.
Lâilâhe illallah.
Hasbî Rabbî Cellallah.
Sirru kalbî zikrullah.
Zikrü Ahmed Sallallah.
Lâilâhe illallah……………………… Yirmi Dokuzuncu Lem'a | Beşinci Bab