“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
119 - *ÂLEM-İ BÂKİDEKİ HAYAT-I DAİME
VE SAADET-İ EBEDİYENİN EN KUVVETLİ MÜJDECİSİ* *(A.S.M)*
Anlamı: Daimi ve kalıcı olan beka âleminde,
zeval bulmayan, fenaya gitmeyen hayatın ve sonsuz mutluluğun en sağlam
müjdecisi olan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm.
…İşte, o zât, bir saadet-i
ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihâyenin kâşifi ve ilâncısı ve
saltanat-ı Rububiyetin mehâsininin dellâlı, seyircisi ve künûz-u esmâ-i
İlâhiyenin keşşâfı, göstericisi olduğundan, böyle baksan —yani ubûdiyeti
cihetiyle— onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i
insaniyet, en nuranî bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. Şöyle baksan
—yani risaleti cihetiyle— bir burhan-ı hak, bir sirac-ı hakikat, bir şems-i
hidayet, bir vesile-i saadet görürsün… Sözler
*BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;*
…İşte, birinci mertebede âhireti
Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve
bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, “Evet, âhiret vardır ve sizi oraya sevk
ediyorum” ferman ediyor. Onuncu Söz, on iki parlak ve kat’î hakikatlerle, bir
kısım isimlerin âhirete dair cevaplarını ispat ve izah eylemiş. Burada, o izaha
iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.
Evet, madem hiçbir saltanat yoktur
ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücâzâtı bulunmasın.
Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o
saltanata iman ile intisap ve tâat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve
o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücâzâtı; o rahmet ve
cemâle, o izzet ve celâle lâyık bir tarzda olacak diye Rabbü’l-Âlemin ve Sultanü’d-Deyyân
isimleri cevap veriyorlar.
Hem madem güneş gibi, gündüz gibi,
zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle
görüyoruz. Meselâ, o rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları
cennet hûrileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip
bizlere uzatıp “Haydi alınız, yiyiniz” dediği gibi; bir zehirli sineğin eliyle
bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak
ipeği bizlere giydirdiği gibi, bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde,
tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahîresi
olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, elbette hiç
şüphe olamaz ki, bu derece nâzeninâne beslediği bu sevimli ve minnettarları ve
perestişkârları olan mü’min insanları idam etmez. Belki, onları daha parlak
rahmetlere mazhar etmek için, hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye,
Rahîm ve Kerîm isimleri sualimize cevap veriyorlar, “El-Cennetü hakkun”
diyorlar.
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz
ki, umum mahlûklarda ve zemin yüzünde öyle bir hikmet eli işliyor ve öyle bir
adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki, akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor.
Meselâ, insanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek
kadar kuvve-i hafızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz
hâdisâtı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütüphane hükmüne getirip ve insanın
haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’mâlinin bir küçük senedi
olarak her vakit hatırlatmak sırrıyla her insanın eline vererek dimağının
cebine koyan bir ezelî hikmet; ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlarla
âzâlarını yerleştiren, mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir
çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız
ölçülerle bir tenasüp, bir muvazene, bir intizam ve bir cemâl içinde masnuatı
bir hüsn-ü san’at yapan ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemâl-i mizanla
veren, iyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve
Âdem zamanından beri tâği ve zâlim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek
kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye, elbette ve hiç şüphe getirmez
ki, güneş gündüzsüz olmadığı gibi, o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye
âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zâlimlerin ve en mazlumların bir tarzda
gitmelerindeki âkıbetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve
hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler diye, Hakîm ve Hakem ve Adl ve
Âdil isimleri bizim sualimize kat’î cevap veriyorlar.
Hem madem bütün zîhayat mahlûkların,
elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hâcâtlarını, bütün
fıtrî matlaplarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî ve ihtiyac-ı zarurî
dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i
gaybî tarafından verildiğinden ve ihtiyarî olan daavât-ı insaniyenin, hususan
havasların ve nebîlerin dualarının on adetten altı yedisi hilâf-ı âdet makbul
olmasından kat’î anlaşılıyor ki, her dertlinin âhını, her muhtacın duasını
işiten ve dinleyen bir Semî’ ve Mücîb perde arkasında var, bakar ki, en küçük
bir zîhayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir,
şefkat eder, fiilen cevap verir, memnun eder. Elbette ve herhalde hiçbir şüphe
ihtimali kalmaz ki, mahlûkların en ehemmiyetlisi olan nev-i insanın en ehemmiyetli
ve umumî ve umum kâinatı ve umum esmâ ve sıfât-ı İlâhiyeyi alâkadar eden bekà-i
uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev-i insanın güneşleri ve yıldızları ve
kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına âmin, âmin
dedirten ve ümmetinden hergün her ferd-i mütedeyyin, hiç olmazsa kaç defa ona
salâvat getirmekle onun duasına âmin, âmin diyen ve belki bütün mahlûkat o
duasına iştirak ederek “Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver; biz de onun istediğini
istiyoruz” diyorlar. Bütün bu reddedilmez şerait altında bekà-i uhrevî ve
saadet-i ebediye için Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın, haşrin hadsiz esbâb-ı
mûcibesinden yalnız tek duası, Cennetin vücuduna ve baharın icadı kadar
kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebeptir diye, Mücîb ve Semî’ ve
Rahîm isimleri bizim sualimize cevap veriyorlar…. Yedinci Mesele/Şualar
*SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN/SIFATTAN HİSSEMİZ;*
… Saadet-i ebediyenin definesini
görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mirac
vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcemâlin rahmetinin
bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyen, hakkalyakîn
anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir
ki:
Biçare cin ve ins, kararsız bir
dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı
zerrât ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i
canhıraşânede oldukları hengâmda, şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu; ve
idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle
bir müjde ne kadar saadet-âver olduğu tarif edilmez.
Bir adama, idam edileceği anda, onun
affıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin
ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.