“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
21 - MUALLİM-İ AHLÂK-I ÂLİYE (A.S.M)
Anlamı: Yüksek ahlâk, doğru, güzel ve
makbul davranış esaslarını öğreten, ders veren Hz. Muhammed A.S.M
….İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada
vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve
ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek, bütün ahlâk-ı
hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak,
değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih
ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı
ervah oldu…Sözler
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
Arkadaş! O zât (a.s.m.), delâil-i
âfâkiye denilen haricî delillerle musaddak olduğu gibi, delâil-i enfüsiye
denilen zâtında ve nefsinde sabit delil ve işaretlerle dahi musaddaktır. Çünkü
o zât şems gibidir; zâtını, zâtıyla ziyalandırarak gösterir. Meselâ, bütün ahlâk-ı
hamîdenin en yüksekleri o zâtta içtimâ etmiş olduğuna bütün âlem şehadet
ediyor. Ve keza, en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi
bir şahsiyet-i mâneviye sahibi olduğuna icmâ vardır….Mesnevi-i Nuriye
………………
O zâtın (a.s.m.) sıdk-ı nübüvvetini
yazıp tasdik eden birkaç sahife vardır. Şimdi o sahifeleri okuyacağız.
Birinci sahife: O Hazretin zâtıdır.
Fakat bu sahifeyi mütalâadan evvel, dört nükteye dikkat lâzımdır.
Birinci nükte: ………….. Yani, fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük
gibi değildir. Yani, yapma ve sun’î olan birşey ne kadar güzel ve ne kadar
kâmil olursa olsun, fıtrî ve tabiî olan şeylerin mertebesine yetişemez ve onun
yerine kaim olamaz. Herhalde sun’îliğin yanlışlıkları, onun ahvalinden,
etvârından belli olacaktır.
İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve
yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile
sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar
gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
Üçüncü nükte: Mütenâsip olan eşya
arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini
celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın
aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet
fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki
kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o
Hazretin sahifesi okunmalıdır. Evet, o Zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i
hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azîm ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet
ediyorlar. Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı
kendisini “Muhammedü’l-Emîn” ile lâkaplandırmışlardır.
Malûmdur ki, bir zatta içtima eden
ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi,
hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule
gelir. Evet, melâike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik, bir zatta içtima eden
ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle
iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı âliyeyi
cem eden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
Hülâsa: Hazret-i Muhammed
Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir burhandır.
Ve keza, o Zâtın (a.s.m.) dört
yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir
hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zâtın yaratılışında,
tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal
gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i
istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş,
düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi
olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke
haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zâtın tam kırk yaşının başında iken
yaptığı o inkılâb-ı azîmi âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celp ve cezb
ettiren, o Zâtın (a.s.m.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti
idi. Demek o Zâtın (a.s.m.) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir
burhan olmuştur…..İşaratü'l-İ'caz
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
“Andolsun ki, Resûlullah, sizin için,
Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için
güzel bir örnektir. (Ahzâb,21)
" Andolsun size içinizden öyle
bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir. Sıkıntıya düşmeniz ona çok
ağır gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve şefkatlidir. (Tevbe,
128)
“Ey İnsanlar! Selam'ı aranızda
yaygınlaştınız, yemek yediriniz. İnsanlar uykuda iken namaz kılınız ki,
selametle Cennete giresiniz.” Hz. Muhammed A.S.M
“Hiçbiriniz kendisi için istediğini
diğer kardeşi için istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz” Hz. Muhammed A.S.M
“Merhamet edenlere Allah’da merhamet
eder. Yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekilerde size merhamet etsin.”
Hz. Muhammed A.S.M
“Allah cömerttir ve cömertleri
sever” Hz. Muhammed
A.S.M
“Cimrilikten de sakının…………..Hz.Muhammed
A.S.M
"Birbirinize haset etmeyin, kin
tutmayın. Başkalarının ayıplarını araştırmayın, konuştuklarını dinlemeyin,
müşteri kızıştırmayın. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olun." Hz.Muhammed A.S.M
"Kalbinde hardal tanesi kadar
kibir bulunan kimse cennete giremez.” Hz.Muhammed A.S.M
“Allah’ım! Yaradılışımı güzel
yaptığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” Hz.Muhammed A.S.M
……………
["Risale-i Nur nedir ve
hakikatler muvacehesinde Risale-i Nur ve tercümanı ne mahiyettedirler?"
diye bir takriznamedir.]
Her asır başında hadisçe geleceği
tebşir edilen dinin yüksek hadimleri, emr-i dinde müptedi değil, müttebidirler.
Yani, kendilerinden ve yeniden birşey ihdas etmezler, yeni ahkam getirmezler.
Esasat ve ahkam-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittiba
yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona
karıştırılmak istenilen ebâtılı ref ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve
imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkam-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini
izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasiyi bozmadan ve ruh-u asliyi rencide
etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve
yeni tevcihat ve tafsilat ile ifa-i vazife ederler.
Bu memurin-i Rabbaniye,
fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salabet-i
imaniyelerinin ve ihlaslarının ayinedarlığını bizzat ifa ederler. Mertebe-i
imanlarını fiilen izhar ederler. Ve ahlak-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam amili
ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakiki labisi
olduklarını gösterirler. Hulasa, amel ve ahlak bakımından ve sünnet-i
Nebeviyeye (a.s.m.) ittiba ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’ed’e
(a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve numune-i iktida teşkil ederler.
Bunların, Kitabullahın tefsiri ve ahkam-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve
mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler, kendi
tilka-i nefislerinin ve kariha-i ulviyelerinin mahsülü değildir, kendi zeka ve
irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya memba-ı vahy olan
Zat-ı Pak-i Risaletin (a.s.m.) manevi ilham ve telkinatıdır. Celcelutiye ve
Mesnevi-i Şerif ve Fütuhul-Gayb ve emsali asar hep bu nevidendir. Bu asar-ı
kudsiyeye o zevat-ı alişan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevat-ı
mukaddesenin, o asar-ı bergüzidenin tanziminde ve tarz-ı beyanında, bir
hisseleri vardır; yani bu zevat-ı kudsiye, o mananın mazharı, miratı ve makesi
hükmündedirler.
Risale-i Nur ve tercümanına gelince:
Bu eser-i alişanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir
kemal-i namütenahi mevcut olduğundan ve biçbir eserin nail olmadığı bir şekilde
meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’anın
füyuzatına varis olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’an
olduğu ve evliyaullahın asarından ziyade feyz-i envar-ı Muhammediyi (a.s.m.)
hamil bulunduğu ve Zat-ı Pak-i Risaletin ondaki hisse ve alakası ve tasarruf-u
kudsisi evliyaullahın asarından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan
manevi zatın mazhariyeti ve kemalatı ise o nisbette ali ve emsalsiz olduğu
güneş gibi aşikar bir hakikattir.
Evet, o zat daha hal-i sabavette
iken ve hiç tahsil yapmadan, zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil
müddeti içinde ulum-u evvelin ve ahirine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve
esrar-ı kainata ve hikmet-i İlahiyeye varis kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle
mazhariyet-i ulyaya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla
mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa
iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-i mutlak teşkil eden harikulade
metanet-i ahlakiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir
inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.
O zat-ı zihavarık, daha hadd-i
büluğa ermeden bir allame-i biadil halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş,
münazara ettiği erbab-ı ulumu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun
vaki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap
vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık payesini taşımış ve mütemadiyen
etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik
ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve
basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla
"Bediüzzaman" ünvan-ı celilini bahşettirmiştir. Mezaya-i aliye ve
fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedinin (a.s.m.) neşrinde ve ispatında bir
kemal-i tam halinde runüma olmuş olan böyle bir zat, elbette Seyyidü’l-Enbiya
Hazretlerinin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en ali himaye ve
himmetine naildir. Ve şüphesiz o Nebi-i Akdesin (a.s.m.) emir ve fermanıyla
yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikına varis ve makes
bir zat-ı kerimü’s-sıfattır.
Envar-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve
maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyüzat-ı şem-i İlahiyi en müşaşaa bir şekilde
parlatması ve Kur’ani ve hadisi olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehi
olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden ayat-ı celilenin riyazi beyanlarının
kendi üzerinde toplanması delaletleriyle o zat hizmet-i imaniye noktasında
risaletin bir mirat-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri
ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında en son dehân-ı hakikati ve şem-i
İlahinin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hamil-i zisaadeti olduğuna şüphe
yoktur.
Üçüncü medrese-i Yusufiyenin
Elhüccetüz-Zehra
ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini
dinleyen
Nur Şakirtleri namına.
Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif,
Salahaddin, Zübeyir,
Ceylan, Sungur, Tabancalı
Benim hissemi haddimden yüz derece
ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmayı cesaret
edemedim. Sükut ederek o medhi Risale-i Nur şakirtlerinin şahs-ı manevisi
namına kabul ettim.
Said Nursi
.
.