“ Bismillâhirrahmânirrahim..”
25-KÂİNAT AĞACININ EN MÜNEVVER VE
MÜKEMMEL MEYVESİ (A.S.M)
Anlamı:Tüm yaratılmışları içine alan,yaratılmakla
var edilen evren ve feleklerin muhtevi olduğu tüm mevcudat ve onların inşası ve
teçhizatında,letaifi ve hassasında istimal ve istihdam edilen anasr-ı maddiye
ve unsur-u maneviyenin ve de tecelliyat-ı esma-i İlahiye ,maksad-ı Uluhiyet,
marziyat-ı Rububiyet ile teşekkül eden kâinat ağacının hakikati ile nurlandırılmış
en mükemmel meyvesi olan ve mahiyetinin kalbinde saadet-i ebediye ve beka
çekirdeğini taşıyan Hz. Muhammed A.S.M
BU İSMİN/SIFATIN HAKİKATİNE DAİR;
……….. Hem anla ki, bu hayat madem
kâinatın en büyük neticesi ve en azametli gayesi ve en kıymettar meyvesidir;
elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi
bulunmak gerektir. Çünkü ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de
çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet, bu hayatın gayesi ve
neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi, bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy
ve Muhyîye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki, bu şükür ve
muhabbet ve hamd ve ibadet ise, hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın
gayesidir….Lem’alar
………Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan
süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir
hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve
ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle
de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan
süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın
his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî
hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır.
Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve
vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur
ve şuur-u kâinatın aklıdır…………………………………………………………………………. Nasıl ki bir ağacın
çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehâsında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi,
aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i
hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar……Lem’alar
………….Madem şu kâinatın Hâlıkı, her
nev’de bir ferd-i mümtaz ve mükemmel ve câmi’ halkedip, o nev’in medar-ı fahri
ve kemali yapar. Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata
nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir ism-i a’zam
olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir
kemalâtı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek. O ferd her halde
zîhayattan olacaktır. Çünki enva’-ı kâinatın en mükemmeli zîhayattır. Ve her
halde zîhayat içinde o ferd, zîşuurdan olacaktır. Çünki zîhayatın enva’ı içinde
en mükemmeli zîşuurdur. Ve her halde o ferd-i ferîd, insandan olacaktır. Çünki
zîşuur içinde hadsiz terakkiyata müstaid, insandır. Ve insanlar içinde her
halde o ferd Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünki zaman-ı Âdem’den
şimdiye kadar hiç bir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez.
Zira o zât Küre-i Arz’ın yarısını ve nev’-i beşerin beşten birisini, saltanat-ı
maneviyesi altına alarak, bin üçyüz elli sene kemal-i haşmetle saltanat-ı
maneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemale, bütün enva’-ı hakaikte bir
“Üstad-ı Küll” hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin
en yüksek derecesine sahib olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya
meydan okumuş. Her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebanı olan
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı göstermiş bir zât, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan
başkası olamaz. BU ÂLEMİN HEM ÇEKİRDEĞİ, HEM MEYVESİ ODUR.
Kâinatın adedi ve mevcudatı adedince
salât ve selâm onun ve âl ve ashabının üzerine olsun.
Yâ Rab! Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve
rüfekasının kalblerini envâr-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı
Kur’âniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver.
Âmin…………..Mektubat /Bediüzzaman Said Nursî R.A
…......İşte, şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere
mânâsında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri
vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin anâsır dalları,
nebâtât ve eşcar yaprakları, hayvânât çiçekleri, insan meyveleri hükmünde
görünür.
Sâni-i Zülcelâlin ağaçlar hakkında
câri olan bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı
ism-i Hakîmdir. Öyle ise, mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir
çekirdekten yapılmasıdır.
Hem öyle bir çekirdek ki, âlem-i
cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü,
binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei,
kuru bir madde olamaz.
Madem şu şecere-i kâinattan daha
evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise, ona menşe ve çekirdek hükmünde
olan mânâ ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının
giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak
olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette âhirde o libası
giyecektir.
Madem o meyve insandır. Ve madem
insan içinde, sabıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem
semere ve umumun nazar-ı dikkatini celb eden ve arzın nısfını ve beşerin
humsunun nazarını kendine hasreden ve mehâsin-i mâneviyesiyle âlemi ya nazar-ı
muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise, zât-ı Muhammediye
Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Elbette, kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur,
onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.
Ey müstemi! Şu acip kâinat-ı azîme
bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’âd etme. Bir nevi âlem
gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden
Kadîr-i Zülcelâl, şu kâinatı nur-u Muhammedîden (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl
halk etmesin veya edemesin? İşte, şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi
ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için, aşağıdaki meyve makamından, tâ
çekirdek-i aslî makamına kadar nuranî bir hayt-ı münasebet var.
İşte, Mirac, o hayt-ı münasebetin
gılâfı ve suretidir ki, zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm o yolu açmış,
velâyetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki
evliya-yı ümmeti, ruh ve kalble, o cadde-i nuranîde, Mirac-ı Nebevînin gölgesinde
seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.
Hem sabıkan ispat edildiği üzere, şu
kâinatın Sânii, birinci işkâlin cevabında gösterilen makàsıd için, şu kâinatı
bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makàsıdın medarı zât-ı
Ahmediye (a.s.m.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni-i Kâinatın nazar-ı
inâyetinde olması ve en evvel tecellîsine mazhar olmak lâzım geliyor.
Çünkü birşeyin neticesi, semeresi
evvel düşünülür. Demek, vücuden en âhir, mânen de en evveldir. Halbuki, zât-ı
Ahmediye (a.s.m.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti
ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan, en evvel tecellî-i icada
mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir…..Sözler
Eğer o âlem-i kebir bir şecere
tahayyül edilirse, nur-u muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Mesnevi-i
Nuriye
……….. külli hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın
hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru
ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından….Emirdağ
L.
………….Din-i İslâm ve kemâl-i iman
için Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmın merkezi ve envâr-ı imanın menbaı olan
Muhammed ile onun bütün âl ve ashabına, gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe
salât ve selâm olsun……….Bediüzzaman Said Nursî R.A
SÜNNET-İ SENİYE NOKTASINDA BU
İSİMDEN HİSSEMİZ;
... EĞER ONLAR KENDİLERİNE
ZULMETTİKLERİ ZAMAN SANA GELSELER DE ALLAH'TAN GÜNAHLARININ BAĞIŞLANMASINI
DİLESELERDİ VE RESUL DE ONLARIN BAĞIŞLANMASINI DİLESEYDİ, ELBETTE ALLAH'I
AFFEDİCİ, MERHAMETLİ BULURLARDI.......................NİSA 64