25.1.13

Ey İnsan-ı kâsır, âciz ve fakir!

 Bilmelisin ki, senin mahiyet-i nefsinde nihayetsiz bir kusur, nihayetsiz bir âcz, nihayetsiz bir fakr, nihayetsiz bir ihtiyaç, nihayetsiz âmâl dercedilmiş. Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki açlık ve susuzluğu midene vermiş, ta ihsanatını ve lezaiz-i nimetini tanıyasın. Onun gibi, seni kusur ve fakr ve ihtiyaçtan terkip etmiş, ta mirsad-ı kusurunla Fâtır-ı Zülcelâl’in seradikat-ı cemal ve kemaline ve mikyas-ı fakrınla, derecat-ı gına ve rahmetine ve mizan-ı âczinle, meratib-i iktidar ve kibriyasına ve fihriste-i ihtiyacatın tenevvüü ile envâ-ı niam ve ihsanatına bakabilesin ve tanıyasın ve vazife-i hilkatini eda edesin. Bundan bil ki, gaye-i fıtratın ubudiyettir. Ve ubudiyet odur ki: Sen, Fâtır-ı Zülcelâl’in dergâh-ı rahmetinde “Estağfirullah” ve “Sûbhanallah” ile kusurunu ve “Hasbünallah” ve “Elhamdülillâh” ile fakrını ve “Allahû Ekber” ve لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللهِ  ile ve istimdatla âczini ilan etmek ve âyine-i ubudiyetinle Cemâl-i Rububiyet’ini izhar etmektir. (Nur’un ilk kapısı)

Bakınız!

“Bakınız! Her bir masnûun yüzünde öyle bir sikke vardır ki, ancak her şeyi halk eden Hâlık’a mahsustur. Ve her bir mahlukun cephesinde öyle bir hâtem vurulmuştur ki, her şeyi yapan Sâni’den maada kimsede o hâtem bulunmaz. Ve kudretin neşrettiği mektuplarından her bir mektubun ahirinde, taklidi kabil olamayan öyle bir turra vardır ki, ancak Sultan-ı Ezel ve Ebed’e hastır. O gibi sikkelerden yalnız hayat üzerinde parlayan sikke-i i’câza bakınız ki, hayatla bir şeyden pek çok şeyler husule gelir, icad edilir ve pek çok şeyler dahi bir şey-i vahide emr-i Rabbanî ile inkılâp ederler. Mesela su, bir şey-i vahid iken pek çok uzuvlara, cihazlara Allah’ın izniyle menşe olur, icad edilirler. Ve mideye giren pek çok muhtelif yemekler ve meyvelerden Hâlık-ı Teâlâ tek bir cismi icad eder, tek bir cisim husule getirir. İşte kalb, akıl, şuur sahibi olan bir adam bu ciheti düşünürse anlar ki, bir şeyden çok şeyleri icad edip çıkartmak ve çok şeyleri bir şeye tahvil etmek, ancak her şeyi halk eden ve her şeyi yapan Sâni’a mahsus bir sikkedir.”

 (Mesnevi-i Nuriye)

15.1.13

Kuvvet haktadır ve ihlâstadır


Bismillahirrahmanirrahim
Bu Lem'a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı.
 -1-
 -1-
 -2-
 -3-
 -4-

EY ÂHİRET KARDEŞLERİM ve ey hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarım!

 Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas,
en büyük bir kuvvet,
en makbul bir şefaatçi,
en metin bir nokta-i istinad,
en kısa bir tarik-i hakikat,
en makbul bir duâ-i mânevî,
en kerametli bir vesile-i makasıd,
en yüksek bir haslet,
en sâfi bir ubudiyet, ihlâstır.

Madem ihlâsta mezkûr hassalar gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler var. Ve madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız. Yoksa, hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zayi olur, devam etmez; hem şiddetli mesul oluruz.

 (Benim ayetlerimi az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin. (Bakara Sûresi: 41) âyetindeki şiddetli tehditkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına, mânâsız, lüzumsuz, zararlı, kederli, hodfuruşâne, sakîl, riyâkârâne bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin hatırı için ihlâsı kırmakla, hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur'âniyenin hürmetine taarruz, hem hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik etmiş oluruz.

Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.
Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm  (Şüphesiz nefis daima kötülüğe sevk eder-ancak Rabbim rahmet ederse o başka.(Yusuf Sûresi: 12:53.) demesiyle, nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın.
İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek ve mânileri def etmek için, gelecek düsturlar rehberiniz olsun.

BİRİNCİ DÜSTURUNUZ

Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı.

Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder. Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya, yalnız Cenâb-ı Hakkın rızasını esas maksat yapmak gerektir.

İKİNCİ DÜSTURUNUZ

Bu hizmet-i Kur'âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıpta damarını tahrik etmemektir.

Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.
Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa'ye şevkini kırıp atâlete uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine yürürler. Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.
İşte, ey Risale-i Nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.
Evet, üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz on bir kıymet alır. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksat ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dört bin dört yüz kırk dört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi, hakikî sırr-ı ihlâs ile, on altı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.
Bu sırrın sırrı şudur ki:
Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. Haşiye (Evet, sırr-ı ihlâs ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi, korkulara, hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünkü ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar. Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar.)

ÜÇÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakta bilmelisiniz.

Evet, kuvvet haktadır ve ihlâstadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.
Evet, kuvvet hakta ve ihlâsta olduğuna bir delil, şu hizmetimizdir. Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur.
Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.
Hem itiraf ediyorum ki, samimî ihlâsınızla, şan ve şeref perdesi altında nefsimi okşayan riyâdan beni bir derece kurtardınız. İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.
Bilirsiniz ki, Hazret-i Ali (r.a.), o mu'cizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) o harika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar. Ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki, bu teveccühleri ihlâsa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlâsı kırsanız, onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem'adaki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.

Böyle mânevî kahramanları arkanızda zahîr, başınızda üstad bulmak isterseniz,  ("Onları kendi nefislerine tercih ederler." (Haşir Sûresi: 59:9.) sırrıyla ihlâs-ı tâmmı kazanınız. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ, en lâtif ve güzel bir hakikat-i imaniyeyi muhtaç bir mü'mine bildirmek ki, en mâsumâne, zararsız bir menfaattir; mümkünse, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaşla yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer "Ben sevap kazanayım, bu güzel meseleyi ben söyleyeyim" arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur; fakat mâbeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.

DÖRDÜNCÜ DÜSTURUNUZ

Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir.

Ehl-i tasavvufun mâbeyninde fenâ fi'ş-şeyh, fenâ fi'r-resul ıstılahatı var. Ben sufî değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte fenâ fi'l-ihvân suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna tefânî denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani, kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.
Zaten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlât, şeyh ile mürid mâbeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü'l-esası, samimî ihlâstır.
Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz.
Evet, yol iki görünüyor. Cadde-i kübrâ-i Kur'âniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşaallah, Risale-i Nur yoluyla Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın daire-i kudsiyesine girenler, daima nura, ihlâsa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

BİD'A : Dinin aslına uymayan âdet ve uygulamalar.
Binaen: -den dolayı, -den ötürü, -için, -dayanarak, yapılarak, bu sebepten.
CADDE-İ KÜBRÂ-İ KUR'ÂNİYE : Kur'ân'ın büyük, geniş ve sağlam caddesi. Kur'ân yolu.
CİVANMERT : İyiliksever. Cömert. Fedâkâr.
Çendan: Gerçi, o kadar, her ne kadar, pek o kadar.
DALÂLET : Hak ve hakîkatten, dinden sapma, ayrılma; azma.
DUÂ-I MÂNEVÎ : Mânevî duâ. Sözle yapılan mânâ yüklü duâ.
ENÂNİYET : Benlik, gurur.
ESAS : Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler.
ESBÂB : Sebepler.
FÂZÎLET : Değer; meziyet, ilim, îmân ve irfan itibâriyle olan yüksek derece.
FENÂFİ'L-İHVAN : Kardeşlerinde fâni olmak. Kardeşlerinin sevinçleriyle sevinip acılarıyla üzülmek derecesinde onlarla bütünleşmek.
FENÂFİ'Ş-ŞEYH : Bütün mânevî kemâlatını şeyhin mânevî şahsiyetinden almak mânâsındaki tâbir.
FENAFİRRESUL : (Fenâ fir-resul) Tas: Bütün varlığını Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) manevî şahsiyetinde yok etmek mânasına gelir.
Gavs-ı âzam: 1-Tarikat kurucusu. 2-En büyük gavs, Abdülkadir-i Geylânî Hazretlerinin nâmı.
Gaybi: Gayba ait, göze görünmeyenlere ait, gaybla ilgili, hazırda olmayan.
HÂDİM : Hizmet eden, hizmetkâr.
HAKAİK-I ÎMÂNİYE : Îmân hakîkatleri.
Hakk:1-Doğru, gerçek, hakikat. 2-Doğruluk.
HALÎLİYE : Samimî dostluk ve kardeşlik.
HASLET : Huy, tabiat, karakter, meziyet.
HÂSSA : Birşeye mahsus özellik, tesir, his, duygu.
Hazret: Saygı, ululama, yüceltme, övme maksadıyla kullanılan tabir.
HILLET : Samimî dost.
Himaye, himâyet: 1-Koruma, esirgeme, muhafaza etme. 2-Kayırma, elinden tutma.
HİSSİYÂT-I NEFSÂNİYE : Nefse âit duygular.
HİSSİYÂT-I SÜFLİYE : Alçaltıcı ve nefsin aşağılık istekleri, arzuları.
HODFURUŞ : f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen.
Hod-gâm, hod-kâm: Kendi keyfini düşünen, bencil.
HUSUSAN : Bilhassa, özellikle.
ISTILAHÂT : Terimler. Belli bir ilim veya mesleğe ait özel anlamlı kelimeler.
İ’tirâf: Başkalarının bilmediği gizli bir kusurunu söyleme, kendisi için iyi sayılmayacak bir hali gizlemeyip söyleme.
İdâme: Devam ettirme, sürdürme. Devamlı ve daimî kılma.
İFTİHÂR : Övünme; başkasının iyi bir hâli ile sevinme.
İHLÂS : Yapılan ibâdet ve işlerde hiçbir karşılık ve menfaati, hakîki ve esas gaye etmeyerek, yalnız ve yalnız Allah rızâsını esas maksat edinmek.
İhlâs:Hâlis, içten, samimi, riyasız, karşılıksız sevgi ve bağlılık
İHSANÂT-I İLÂHİ : Allah'ın iyilikleri, bağışları.
İKTİZÂ : Gerekme, gerektirme, lazım gelme, işe yarama, icab etme.
İltifât: Güzel sözler söyleyerek birini samimi olarak okşama.
İttihâd: Birleşme, birlik oluşturma, bir olma, birlik oluşturup ikiliği ortadan kaldırma, birlik.
KEDER : Üzüntü, tasa, kaygı.
KERÂMET : Allah'ın ihsanıyla velîlerin gösterdikleri adet dışı, olağanüstü haller.
Kerâmet: 1-Kerem, lutuf, ihsan, bağış. 2-İkram, ağırlama. 3-Allah'ın velî kullarında görülen olağanüstü haller veya tabiatüstü hadiseler. 4-Ermişçesine yapılan iş, hareket veya söylenen söz, fikir.
KUDSÎ : Mukaddes, yüce, temiz. Kusursuz ve noksansız.
LÂAKAL : En az, hiç değilse, en azından.
Lâtîf: 1-Allah'ın güzel isimlerinden. 2-Yumuşak, hoş, güzel, nazik, narin. 3-Cismani olmayan, ruhla ilgili, ruhanî. 4-Tatlı, şirin.
MÂBEYN : Ara; iki şey arası.
Mâbeyn: Ara, aralık, iki şeyin arası.
MAKBUL : Kabul edilmiş olan, geçerli.
Mânen: İç varlık bakımından, duyguca, gönülce, yürekçe, ruhça, mâna itibarıyle, mânaca.
MÂNİ : Engel.
Ma'sûm-âne:Masumca, masum olana yakışacak surette, suçsuz, günahsız bir şekilde.
MENÂFİ-İ CÜZ'İYE : Cüz'i, küçük menfaatler. Az bir fayda.
Menfaat: Fayda, kâr, gelir, ihtiyaç karşılığı olan şey.
MES'UL : Sorumlu.
MEŞREB : Âdet, huy, yaratılış, ahlâk; takip edilen usûl, yol.
MEZİYET : İyi ve doğru hareket; üstünlük vasıfları.
MEZKÛR : Sözü edilen, zikredilen, bahsedilen.
Mu'cize-vârî: Mucize gibi.
MUKABİL : Karşı, karşılık olarak, bedel.
Mukâbil: Karşı, karşılık, muâdil.
Muvaffakiyet: Allah’ın yardımıyla başarılı olma, muvaffak olma, başarma.
MUZIR : Ziyan veren, zararlı, zarara sokan.
MÜKELLEF : Yükümlü, vazifeli. Bir şeyi yapmaya mecbur olan.
MÜRİD : Tarîkat öğrencisi, bir şeyhe bağlı kişi.
Müteallikât: İlgili, alakalı.
NEFS-İ EMMÂRE : Kötülüğü teşvik eden, emreden nefis.
NEHY-İ İLÂHÎ : Allah'ın yasaklaması.
NOKTA-İ İSTİNAD : Dayanak noktası, dayanma yeri.
Nokta-i istinâd: Dayanak noktası, güvenme ve itimat noktası.
Rızâ-yı İlâhi: Allah’ın rızası, hoşnutluğu.
Riyâ:1-İki yüzlülük, yalandan gösteriş, samimiyetsizlik. 2-İnsanlardan sağlayacağı maddî veya manevî çıkar düşüncesiyle iyilik yapma veya iyi olma temayülü, eğilimi.
RİYÂKÂRÂNE : Gösteriş yaparcasına. İki yüzlüce.
SÂFÎ : Temiz, pâk, duru
SAKÎL : Ağır, can sıkıcı, çirkin.
Samîmiyet:1-Samimîlik, içtenlik. 2-Teklifsizlik.
SAVLET : Saldırı.
SIRR : Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey.
Sırr: Gizli tutulan, kimseye söylenmeyen şey, gizli iş veya söz.
SUFİ : (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu.
SUKÛT : Değerden düşme, düşüş, alçalış.
ŞÂKİRÂNE : Şükrederek.
ŞEFAATÇİ : Af için sebep ve vesîle olması ümit edilen.
ŞEREF : Yükseklik, yücelik. Büyüklük.
TAARRUZ : Sataşmak, ilişmek, saldırmak.
Tahattur:1-Hatırlama, hatıra getirme. 2-Unutulduktan sonra hatırlanan şey.
Tarassudât: Gözlemeler, gözetmeler
TARÎK-I HAKİKAT : Hak ve hakikat yolu.
TASAVVUF : Kalbi, dünyanın fâni işlerinden ayırıp, Allah sevgisi ile bağlamak.
TASAVVUR : Birşeyi zihinde şekillendirme; düşünce, tasarı; tasarlama.
TAZYİKAT : Baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
Tazyîkât: Tazyikler, baskılar, zorlamalar, sıkıştırmalar.
TECÂVÜZ : Haddini aşma; söz veya hareketle ileri gitme, saldırma.
TEFÂNÎ : Fikrî ve ahlâkî kaynaşmak, birbirine fani olmak kardeşinin meziyet ve hissiyatını fikren yaşamak.
Tercîh: Bir şeyi diğerlerinden üstün tutma, öne alma, seçme, daha çok beğenme.
Tesânüd: Dayanışma, birbirine dayanma, birbirinden destek alma, omuzdaşlık.
Tesellî: Avutma, acısını dindirme, güzel sözler söyleyerek rahatlatma.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
Teveccüh: 1-Yüzünü bir yöne çevirme, yönelme, yöneliş. 2-Hoşlanma, güler yüz gösterme, iltifat etme.
UBÛDİYET : Kulluk, kölelik, kul olduğunu bilip Allah'a itaat etme.
UHREVÎ : Ahirete dâir, öteki dünyaya âit.
Uhuvvet-i hakîkiye: Hakikî, gerçek kardeşlik.
UMÛR-U HAYRİYE : Hayırlı işler.
Ümmî: Okuma yazması olmayan, okumamış.
ÜSSÜ'L-ESAS : Esasların esâsı, en büyük temel, hakiki ve sağlam temel.
Üstâd: Bir ilim veya sanatta üstün olan kimse. 2-Öğretici; muallim, öğretmen, usta, san'atkâr. 3-Maharetli, tecrübeli, usta.
Vâsıta: İki şeyi birbirine bitiştiren üçüncü. Aracı.
VAZİFE-İ ÎMÂNİYE : İmânla ilgili vazife.
VESÎLE-İ MAKASID : Asıl maksada götüren vesîle, vasıta.
Zâhir: Görünen, görünücü. Açık, belli, meydanda…
ZİYÂDE : Fazla, çok.