10.5.13

" Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."...mi?




 " Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."

Cümlesini Necip Fazıl Üstad dan iktibas olarak kabul edilmiş şekliyle, bir çok yerde dua bahislerinde, orijinal metninden eksik ve önemli bir kelimesi atlanarak istimal edilmiş. Ve bu manayı göründüğü gibi algılayanlar, muhtemelen ben bu duayı ettiysem kabul olacak ve olmuştur gibi kabul edebilirler.
Ancak İmam-ı Rabbaniye ait bu söz tamam metni ve atlanan kelimesi olan “ISRAR”la Şöyle dir;

"Bir şeyi istemek, ona nâil olmak demektir. Zirâ Allahû Tealâ kabul etmeyeceği duâyı kuluna ısrarla ettirmez."

İmamı Rabbanî

Burada vurgulanan “Duanın Israrında Olan Sebat”onun kabul olacağına bir işaret anlamına gelir. Duada ısrar olmadığında bu duanın içten bir isteyiş olmadığı açıktır. Dolayısıyla samimi olmayan bir duanın, kabul edilmeyen dualardan olduğu kaynaklarca ifade edilmiş.

Evet, konun genel hatlarıyla intişar etmiş hali olan " Allâh kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez."şekli üzerinden fikre gelen manaların noksanlıklarını giderecek bazı notları paylaşalım.

Üstadım Bediüzzaman’nın Risale-i Nur Derslerinden konuya birkaç misal ;

1’nci Misal:

"Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. 'Duası kabul olunmadı.' denilmez. 'Daha evlâ bir surette kabul edildi.' denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. 'Duası reddedildi.' denilmez. Belki, 'Daha enfâ bir surette kabul edildi.'denilir, ve hâkezâ..."

2’nci Misal

“Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.”

3’ncü Misal:

İman duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insâniyye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi «Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?» Furkan Sûresi, 25:77.  mealinde ferman ediyor. Hem “Bana dua edin, size cevap vereyim.” Mü’min Sûresi, 40:60. emrediyor.

Eğer desen: 

«Bir çok defa dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.»

Elcevab:

Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabûl etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbi'dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: «Ya Hekim! Bana bak.» Hekim: «Lebbeyk» der.. «Ne istersin cevab ver?» Çocuk: «Şu ilâcı ver bana» der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

4’ncü Misal:
Ben otuz-kırk seneden beri, bendeki kulunç denilen bir hastalıktan şifa için dua ederdim. Ben anladım ki, hastalık dua için verilmiş. Dua ile duayı, yâni dua kendi kendini kaldırmadığından anladım ki, duanın neticesi uhrevîdir; kendisi de bir nevi ibadettir ve hastalık ile aczini anlayıp dergâh-ı İlahiyyeye iltica eder. Onun için otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zâhirî kabul olmadığından, duayı terketmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil. Belki Cenab-ı Hakîm-i Rahîm şifa verse, fazlından verir. Hem dua, istediğimiz tarzda kabul olmazsa makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor, menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazen dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder. 

Gibi…

Dolayısıyla imanı olan müminlerin duaları sadece o an için veya bir maksad için istedikleri şeylerin verilmesi anlamıyla kabul edilmesi direkt olarak beklenmez ve aynı isteğin verilmemesi matlubunun kabul edilmediği anlamına gelmez..buyrulduğu gibi daha evla bir şekilde,daha geniş bir dairede,daha büyük bir netice olarak kabul edildiğine itikad edilir.Bu meyanda hadis-i şeriflerde çokça bulunmaktadır.
Allah’ın CC bir kulunun dua etmesini dilemesi yorumundan çok,kulun duayı bir kulluk vazifesi ve emri rabbani cihetinde değerlendirmesi,imana ait,ubudiyete ait şık bir duruş ve göz ardı edilmeyecek bir zarurettir.Burada önemli olan duanın içeriğinde ziyade bunun bir görev ve Rabbimiz ile aramızdaki olan ubudiyet ve uluhiyet dairelerini bir birine yaklaştıran,kesiştiren ve ilişkilendirip bir alış veriş gerçeklendiren,gayet fıtri bir husus olduğu anlaşılmalıdır.
Yoksa dua sadece mü’minlere has bir şey değildir. Mü’minlere has olan vechi,mümince duanın bir vazifeyi ubudiyet olarak telakki edilip kabul edilmesidir.
Duanın olduğu fakat kabul olmadığı durumlardan bazı misallerle konuyu bu açıdan da ele alırsak:


·         “Kâfirlerin duası daima boşa çıkar.” (Râ’d, 13/14; Mü’min, 40/50)

·         “Biliniz ki, ALLAH gafil bir kalpten gelen duayı kabul etmez.” (Tirmîzî, De’avât, 66; bk. Hâkim, De’avât, No: 1817, I, 493)

·         “Üstü başı dağınık, toz toprak içinde yollara düşen, ellerini göğe açıp ‘Ya Rabbi! Ya Rabbi!’ diye yalvaran, buna karşılık; yediği, içtiği ve giydiği haram olan, haramla beslenen bir insanın duası nasıl kabul edilir?” (Müslim, Zekât, 65)

·         “Nûh, Rabbine seslendi: ‘Rabbim, dedi, oğlum benim âilemdendir. Senin va’din/sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin!” (Hûd, 11/45)
Bunun üzerine Yüce ALLAH, Nuh Peygambere şöyle seslendi: 

       “Ey Nûh, dedi, o senin âilenden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amelin sahibidir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim!” (Hûd, 11/46). Nuh (a.s.), bu ikaz üzerine şöyle dua etti: 

       “Nuh; ‘Ey Rabbim! Ben bilmediğim bir şeyi istemiş olmaktan dolayı sana sığınırım. Sen beni bağışlamazsan, bana merhamet etmezsen, ben hüsrana uğrayanlardan olurum’ diye niyazda bulundu” (Hûd, 11/47) 


·         “Onlar (münafıklar) için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine ALLAH onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar, ALLAH’ı ve elçisini tanımadılar/inkâr ettiler; ALLAH, yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez.” (Tevbe, 9/80)

·         De ki: "Rabbim adaleti emretti; her secde yerinde yüzünüzü O'na doğrultun; dinde samimi olarak O'na yalvarın. Sizi yarattığı gibi yine O'na döneceksiniz."

·         Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur. Beyyine 98/5

·         “ALLAH’la beraber başka ilâha dua / ibadet etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’ndan başka her şey yok olacaktır. Hüküm O’nundur ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88)

·         “Mescitler, ALLAH’a mahsustur. ALLAH ile beraber hiç kimseye yalvarmayın.” (Cin, 72/18)

·         “(Ey Peygamberim!) De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimseyi O’na ortak koşmam.” (Cin, 73/20; bk. Mü’minûn, 23/117).

·         “Zulüm olan bir fiili işlemek veya akrabalık bağlarını koparmak için veya dua ettim de kabul edilmedi demediği sürece müslümanın duası kabul olur.” (Ebû Ya’lâ, Zikir ve Dua, 132, No: 2811)

Rabbimizi bizi, ihlâsı isteyen, ihlâslı isteyen, razı olan ve rıza talep eden, duasını bir ubudiyet sırrı içerisinde yapmakta muvaffak eylesin. Kusur ve günahlarımızı affetsin. Âmin

Mü'minin mü'mine en iyi duası nasıl olmalıdır?



Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde dua makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimaı nisbetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle, dua edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra,makbul bir dua olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duanın ortasında bir dua makbul olur. 

 Hem بِظَهْرِ الْغَيْبِ 2 yani gıyaben ona dua etmek, 3 

 Hem hadîste ve Kur’ân’da gelen me’sur dualarla dua etmek; meselâ, 

اَللّٰهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ الْعَفْوَ وَالْعَافِيَةَ لِى وَلَهُ فِى الدِّينِ وَالدُّنْيَا وَاْلاٰخِرَةِ 4 

رَبَّنَاۤ اٰتِنَا فِى الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِى اْلاٰخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ 5

gibi câmi dualarla dua etmek,..


 Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble dua etmek, 

• Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra, 

• Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde, 

 Hem Cumada, hususan saat-i icabede, 

 Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede, 

 Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde dua etmek, kabule kârinolması rahmet-i İlâhiyeden kaviyen me’muldür.

makbul duanın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut dua olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur.

Demek, aynı maksat yerine gelmezse, dua kabul olmadı denilmez,belki daha iyi bir surette kabul edilmiş denilir.
2 : Müslim, Zikr: 86-88; Tirmizî, Birr, 50; Ebu Davud, Vitr, 29; İbni Mâce, Menâsik, 5. 
3 : Müslim, Zikr, 88; Tirmizî, Birr, 50; İbni Mâce, Menâsik, 5; Ebû Dâvud, Vitr, 29.
4 : Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum. en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517. 
5 : “Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” Bakara Sûresi, 2:201.

8.5.13

Kendi Duamız...

Rabbimiz her insanı farklı istidatta yaratmış ve kabiliyetine göre ona mahsus olmak üzere, haline kal’ine bir lisan takmış.
Siması gibi sesinin rengini de farklı yapmış. İdrak edişi, ifade edişi, bir meseleyi dile getirişinde kendi sıbgasının tesirini müessir kılmış.
Taklidi yaşayışını, tahkiki yaşayışına tebdil edecek bazı menzilleri de hayat yolunun üzerine bırakmış.
Mesela insanın sorumluluk yaşına gelinceye kadar almış olduğu dini eğitimin, matbu bir standardı var. İlmihal bilgileri, sünnet-i Seniyeye ait öğrendikleri gibi. Ancak yaşı ilerledikçe bu almış olduğu temel eğitimin üzerinde yetenek hamurunun kendi kıvamını bulabilmesi için bir dizi konu gelişmektedir. Bu hamurun suyu tuzu, kıvama gelmesi ve fayda verebilmesi ancak, İman ilimlerinin takviyesiyle mümkündür. İnsanı Rabbinin huzuruna bir edeple getiren dinin hususiyetleri olduğuna nazaran, onu o huzurda daim kılacak olan şey ise, ibadetine kazandırdığı gelişme ve niteliklerdir. Ayrıca imanı için sağladığı tecdit, yani yenilenme ve delil ve tefekkür ile beslediği manevi dinamizmi onun istikbalini ışıklandıran ameli gayretleri ifade eder.
Bu bağlamda dua ibadetin ruhu hükmünde olduğundan..yani nasıl ceset ruha dayanır ayakta kalır, ibadet ve ubudiyette istikrar ,şuur lanmış bir imanın duadan aldığı kuvvet ile en direkt olarak alakalıdır.Bu noktadan hareketle;her insanın kendi duasını keşfetmesi mühim bir meseledir.
Büyüklerden sudur eden dualar, insan için ciddi bir değer oluşturmakla birlikte, duanın kalıbı hakkında bir dersi açığa çıkarır ve kendi dualarımız için mihmandarlık yapar. Bizler her ne kadar bu duaları okusak, kalbimizin, aklımızın dua lisanı o kadar inkişaf eder ve bizim Rabbimize karşı yaklaşımımızı makbuliyetleri nedeniyle destekler.
Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi, buluğ çağına ermek süresindeki idrak babından konuyu ele almalı ve kendi duamızın keşfine doğru yokuşu zorlamalıyız. İfadelerimizin, yakarışlarımızı n usul ve erkânını öğrendikten sonra, âlemimizde olan derinliklere doğru yol almalı, kendi ihtiyaçlarımızı tespit ederek bize ait bir lisanı hacetlerimiz için kullanmalıyız.
Hayat görüşümüz, asli dertlerimiz, içimizde ki boşluklar, fikrimizdeki dağınıklıklar, tefekkür zaafları, şefkat, merhamet eksiklikleri, ilim noksanlığı, ziyade yoksulluk çektiğimiz değerler, ahiret endişelerimiz, rıza beklentilerimiz, iman, marifet, muhabbet, mağfiret gibi zorunluluklarımız, hizmet arzularımız, himmet niyetlerimiz, uhuvvet gerekleri, ayaklarımızın sağlam olarak yere basması gibi her neyimiz varsa onları kendi özel şive-i maneviyemizle ibraz etmemiz önemlidir.
Rabbimizin bize bakan Ehadi pencerisinde, mahsus tecelli ve özel marziyatı doğrultusunda istidadımız tekellüme gelmeli ve kendini kendi olarak ifade etmesindeki fıtrat maksadını yerine getirmelidir. Bu isale ile kendi dünyasına giren bir yolcu, Allah’ın kurbiyet nurlarını daha yakından hissedecektir. Dualar, sualler ve dile gelen ihtiyaçların kendi mahiyetiyle kendini söylettirmesi, sırların kapısını ilahi ünsiyet kandilleriyle aralayacaktır…

Kendi dualarımızın keşfi duası ve ümidiyle..

m.safitürk

Ve keza, dünyanın iki yüzünü gördüm.

Bir yüzü:Az çok zahirî bir ünsiyet, bir güzelliği varsa da, bâtını ve içi daimî bir vahşetle doludur. İkinci yüzü: Filcümle zahiren vahşetli ise de, bâtınen daimî bir ünsiyetle doludur. Kur'ân-ı Azîmüşşan, nazarları âhiretle muttasıl olan ikinci veçhe tevcih eder. Birinci vecih ise, âhiretin zıddı olup ademle muttasıldır.

Mesnevi-i Nuriye/Katre

7.5.13

Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri,


Ey daire-i esbabdan zuhur eden işleri, hadiseleri esbaba isnad eden gafil, cahil! Mal sahibi zannettiğin esbab, mal sahibi değillerdir. Asıl mal sahibi, onların arkasında iş gören kudret-i ezeliyedir. Onlar, ancak o kudretten gelen hakikî tesirleri ilân ve neşretmekle muvazzaftırlar. Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.  

Evet, Sultan-ı Ezelînin memurları vardır, ama icraatçıları değillerdir ki, saltanat ve rububiyetinde ortak olsunlar. Ancak o memurların vazifesi dellâllıktır ki, kudretin icraatını ilân ediyorlar. Veya o memurlar, nâzır müşahitlerdir ki, gördükleri evâmir-i tekviniyeye karşı yaptıkları itaat ve inkıyad ile istidatlarına göre bir nevi ibadet yapmış olurlar. Demek esbab, ancak ve ancak kudretin izzetini, rububiyetin haşmetini izhar için vaz edilmiş birtakım vasıtalardır. Yoksa, kudretin acz ve ihtiyacı için muavenet eden yardımcı değillerdir. Beşer sultanlarının memurları ise, sultanların ihtiyaç ve aczlerini def için tayinlerine zaruret hasıl olan yardımcı ve ortaklarıdır. Binaenaleyh, Allah’ın memurlarıyla insanın memurları arasında münasebet yoktur. Yalnız gafil ve cahil olanlar hadiselerde ve vukuattaki hikmetleri, güzellikleri göremediklerinden, Cenab-ı Haktan şekva ve şikâyetlere başlarlar. İşte o şekva ve şikâyetlerin hedefini değiştirmek için esbab vaz edilmiştir. Çünkü, kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor. Bu sırra bir misal-i lâtif sûretinde bir temsil-i mânevî rivayet ediliyor ki:
Hazret-i Azrail Aleyhisselâm, Cenab-ı Hakka demiş ki:
"Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekva edecekler. Benden küsecekler."
Cenab-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: 

"Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım. Tâ şekvaları onlara gidip sana küsmesinler." 

Evet, nasıl ki hastalıklar perdedir, ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikî olarak hikmet ve güzellik, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm da bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemaline münasip düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyyeye bir perdedir. 

Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. 

"Allah herşeyin yaratıcısıdır. Ve O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir." Zümer Suresi, 39:62. 

"Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir." Zümer Suresi, 39:63. 

"Şanı ne yücedir Onun ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir." Yasin Suresi, 36:83" 

Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın." Hicr Suresi, 15:21. 

"Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın." Hud Suresi, 11:56.
Mesnevi-i Nuriye

5.5.13

Hem Madem..



Dünya madem fânidir.
Hem madem ömür kısadır.
Hem madem gayet lüzumlu vazifeler çoktur.
Hem madem hayat-ı ebediye burada kazanılacaktır.
Hem madem dünya sahipsiz değil.
Hem madem şu misafirhane-i dünyanın gayet Hakîm ve Kerîm bir müdebbiri var.
Hem madem ne iyilik ve ne fenalık cezasız kalmayacaktır.
Hem madem "Allah kimseye gücünden fazlasını yüklemez." (Bakara Sûresi, 2:286.)
sırrınca teklif-i mâlâyutak yoktur.
Hem madem zararsız yol, zararlı yola müreccahtır.
Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır.

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. 
               


Bediüzzaman Said Nursi

EY İNSAN!

Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet (yardım) ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelal, seni bilmesin, tanımasın görmesin?… Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyyen anla ki: Senin gibi zaif-i mutlak, aciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fani, küçük bir mahluka bu koca kainatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir...

Bediüzzaman Said Nursi


2.5.13

...müjde var ki:

da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz hâcâta mübtelâ, nihayetsiz a’dânın hücumuna hedef olan rûh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdât bulur ki, bütün hâcâtını te’min edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinâd bulur ki, bütün a’dâsının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sâhibi olan kendi Ma’bûdunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sâhibini gösterir, Mâliki kim olduğunu irâe eder. Ve o irâe ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve rûhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, dâimî bir sürûru te’min eder.

Mektubat Yirminci Mektup/Bediüzzaman

1.5.13

Sermayedar milyon, amele kuruş kazanırsa..


Bismillahirrahmanirrahim

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti.
Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş. (Mektubat-Yirmi Sekizinci Mektup-Altıncı Risale olan Altıncı Mesele)

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:
avâm : halk
havas : seçkinler sınıfı, zenginler
iğbirar : dargınlık, gücenme, kırılma
kıyâm-ı avâm : halk ayaklanması
kut-u lâyemût : ölmeyecek kadar alınan gıda
sû-i istimâlât : kötüye kullanmalar
tahte’l-arz : yer altı
tezyif : hakaret
zir ü zeber etme : altüst etme