22.12.12

Önemli Bir Müdafaa/Ahmet Feyzi RH...

Ahmed Feyzi’nin müdafaasıdır



Afyon Ağırceza Mahkemesine,


Sayın hâkimler,


Bir din âlimi ile görüşmek, onun din hakikatlerine ait kitaplarını okumak ve yazmak ve din arkadaşlarının imdadına koşmak üzere dinine ve Kur’ân’ına ve Peygamberine (a.s.m.) hizmet etmek bir mü’minin vazifesi ve hakkı değil midir?

Bizi bu hizmet-i diniyeden men eden bir kanun maddesi var mıdır? Bazı cihetlerin zamanımızdaki küfrî ve gayr-i ahlâkî cereyanları tenkit etmesi bir suç mu teşkil ediyor? Biz ne siyasetle, ne idare ile asla alâkası olmayan, yalnız dindar, saf halk kitlesiyiz.

Bir insana hüsn-ü zan etmek ve kıymet vermek herkesin şahsî bir kanaatidir.

Biz Bediüzzaman’ı zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz.

Din hakikatlerini asla dalkavukluk yapmadan beyan ve ifade eden bir hakikat adamı biliyoruz.

Mücahid adını vermekliğimiz, memleketimizi tehdit eden ahlâksızlık ve imansızlık cereyanlarına karşı Kur’ân’ın sarsılmaz hakikatlerine dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır.
Din ve vicdan hürriyetinin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlerimizden mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesap vermeye mecbur değiliz.

Âhirzamanda hadîsin haber verdiği şahısların meselesine gelince: Bu mevzuları biz kendimiz uydurmadık. Bunların aslı dinde mevcuttur. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, bazı hadîslerle, ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ömrünün bin beş yüz (1500) seneyi pek geçmeyeceğini söylüyor. O zamana kadar da ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) ve dünyanın hayatında mühim tesir yapacak büyük tarih hâdiselerini, “kıyamet alâmetleri” diye haber veriyor. Bunların şerri üzerine ümmet-i İslâmiyenin nazar-ı dikkatini celb ediyor. Gaflet ve cehaletle bu şerlere dûçar olanların ebedî şekavet ve helâketle karşılaşacaklarını söylüyorlar. Bunlara dair sayısız dinî burhanlar mevcuttur. Biz ki Allah’a ve Resulüne ve Kur’ân’a inanmışız. Şimdi bu imanın ve Peygamberin sıdkına olan bu itikadın neticesi olarak kendimizi helâk-ı ebedîden kurtarmak için çalışmayalım mı? Etrafımızda olup bitenleri görmeyelim mi? “Acaba bu tehlikeli zaman gelmiş midir? Sakın bu tehlikelere düşen nesil biz olmayalım?” diye bunları mevcut dinî hakikatlere tatbik cihetlerini göstermeyelim mi? Biz de, önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlâhîye bizi sevk eden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzime-i medeniyet ve şiar-ı irfan add ile dinimizi terk etsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi? Bu zihniyette olan, Kur’ân’dan ve onun hakaikinden üstün birşey tanımayan bir insan, sırf fâni cezalar korkusuyla kendini ebedî helâke atar mı? Yahut fâni bazı kıymetlere değer verir mi? Allah ve Resulüne ve dinine hizmet vazifesinden vazgeçer mi?

İşte bizi Bediüzzaman’a bağlayan hakiki âmiller bunlardır. Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?

Sayın Savcı, bize kütüphaneleri dolduran binlerce Arapça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitapları tavsiye ediyor.  

Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkit de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir.   Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar.

Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakiki ve riyâsız bir din kitabı ve Kur’ân tefsiri biliyoruz.

Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir meselesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet, biz Risale-i Nur Müellifinin velâyetine ve daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz.   Kendisinin kabul etmemesi bizim bu kanaatimizi sarsmıyor.

Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde harikulâde ve ekmel tezahürlerine şahit olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır.  

Tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilmin harikalarıyla en müntehâ mesâil-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak bir mantık ulviyeti ibraz eden ve hayatının yarısından sonra öğrendiği bir lisanla bu kadar cazibedar bir tarz-ı beyan ve sürükleyici bir harâret izhar eden ve gayet feyyâz bir aşk ve heyecan terennüm eden bir derya-yı iman ve bir hazine-i tevhid ve bir umman-ı hikmet halinde coşan bir ikinci Bediüzzaman gösterebilir misiniz?

Fâni zevâhirin âlâyişine ednâ bir meyil ve iltifat göstermeyen ve en küçük bir menfaat ve lezzete tenezzül etmeyen;

levs-i fâninin ayağına dolaşan bütün yaltaklanmalarına asla kıymet vermeyen;

kimseden birşey beklemeyen ve dilenmeyen ve kendisine arzedilenleri kabul etmeyen;  

iffet ve ismetin en âlî örneklerini yaşatarak sabûrâne, mütehammilâne, her nevi mahrumiyetlere göğüs germek sûretiyle kendini hakikate ve envâr-ı Kur’âniyeye ve maarif-i Muhammediyenin (a.s.m.) izharına vakfeden;  

ve memleket ve milletin ıztırabatı karşısında pür-rahm ü şefkat ağlayan;  

kendine yapılan bunca ihanetlere rağmen etrafındakilerin saadetleri için hizmetinden asla vazgeçmeyen;  

ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayyâ-yı cehil ve girdâb-ı inkârdan kurtarmaya, hasbî ve İlâhî bir cehd ile çalışan ve savaşan fazilet ve nur âbidesini Üstad addetmekliğimizi çok mu görüyorsunuz?  

Kendisinin bu arz edilen keramet-i ilmiyesiyle beraber, sırf ahlâk ölçülerinin kaybolduğu böyle bir devirde gösterdiği bu misilsiz feragat ve istiğna ve şaheser-i ismet ve istikamet dolayısıyla yine bir enmûzec-i kemâl ve mihrab-ı fazilet olarak tanınmaya ve iktida edilmeye şâyândır.  

İşte biz Bediüzzaman’a ve eserlerine bu gözle bakıyoruz. Acaba mumaileyhe sırf imanımızdan neş’et eden bu bağlılığımız ve Kur’ân’ın ve beyanat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) küfür ve ahlâk hakkındaki şiddetli tevbih ve tezyiflerine bu imanımız dolayısıyla iştirakimiz, bizi levs-i fâni addedilen siyasetçi mi yaptı?

Yoksa yirmi beş seneden beri din hakikatlerini öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlâtlarına, onları helâk-ı ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur’ân’dan haber vermek, onların temiz ruhlarını mâsum vicdanlarını ıslah etmeye hiç ifsad denilir mi?

Sayın hâkimler,

Biz asla siyasetçi değiliz. Biz siyaseti, bizim gibi siyaset ehli olmayana binbir çeşit veballer, tehlikeler ve mes’uliyetler taşıyan bir meslek biliriz. Fâni zevâhire de zaten kıymet vermeyiz. Dünyaya ancak rıza-yı İlâhîye bizi götüren hayırlı vechesiyle bakıyoruz. Bu itibarla siyaset peşinde koşmayı ve devlet mefhumuyla mübareze ittihamını şiddetle reddediyoruz. Eğer böyle bir kasıt olsaydı, yirmi beş seneden beri ednâ bir tezahür olurdu.
Evet, bizim menfî bir cephemiz, ahlâksızlığa ve imansızlığa müteveccih bir takbih tarafımız var. Bu sırf imandan ve Kur’ân’ın bu mevzular üzerindeki şiddet-i beyan ve azamet-i tevbihine bizzarure iştirakimizden ileri geliyor. Eğer bu esbab-ı mucibe, samimiyetin ve ihlâsın, hakikat ve safvetin bu tarz-ı beyanı size kanaat vermediyse, bize ne şekil isterseniz ceza veriniz. Lâkin unutmayınız ki, bugün altı yüz milyon insanın mensubiyetini taşıdığı Hazret-i İsa (a.s.) zamanının idarecileri tarafından sırf insanlığın saadeti için kalbi çarptığı ve emanet-i tebliği hâmil bulunduğu sebeplerle âdi bir hırsız gibi idama mahkûm edilmişti.
Biz hür söylediğimizden dolayı mâruz kalacağımız bu mahkûmiyeti iftiharla karşılayacağız. Ve sadece  حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ nidasıyla dergâh-ı Kàdiyü’l-Hâcâta el açacağız.

Afyon Cezaevinde mevkuf Ortaklar Bucağından



Ahmet Feyzi Kul





Önemli Bir Müdafaa/Mehmet Feyzi RH...



Mehmed Feyzi’nin müdafaasıdır

Afyon Ağırceza Mahkemesine,
İddianame beni Üstadım Said Nursî’nin hem sır kâtibi, hem kendisiyle, hem Risale-i Nur’la şiddetli alâkalı, hem çok hizmet ettiğimi bahisle, bu hareketimi medâr-ı mes’uliyet saymış.

Ben de buna karşı bütün kuvvetimle bu ittihamı kabul edip iftihar ediyorum.

Çünkü fıtratımda ilme karşı gayet kuvvetli bir iştiyak var.

Bir delili şudur ki: Denizli hâdisesinde menzilim taharri edildiği vakit beş yüz seksen (580) adet mütenevvi kütüb-ü ilmiye ve Arabiye evimde bulunduğu resmen sabit olmuştur.

Benim fakr-ı halimle ve gençliğimle ve lisan-ı Arabîde noksaniyetimle beraber bu zamanda binde bir şahısta bulunmayan bu mütenevvi beş yüz seksen (580) cilt kitabı bana toplattıran, fevkalâde bir talebelik şevki ve harika bir aşk-ı ilmîdir.

İşte bu fıtrî istidatla, daima hakiki bir üstad arıyordum. Cenâb-ı Hakka hadsiz şükrolsun ki, uzakta aradığımı pek yakında elime verdi.

Evet, Üstadım olan Said Nursî’nin bütün hayatının gayesi, şevk-i ilimde ve ulûm-u İslâmiyeyi bilmek aşkında geçtiğini bütün hayatı şehadet ediyor.

Hem ben müşahedatımla, hem Üstadımın matbu tarihçe-i hayatıyla, hem eski talebelerinden aldığım malûmatla kat’î bildim ki, bendeki fıtrî aşk-ı ilmî, Üstadımda harika bir surette bulunuyor ki, bu zamanda bütün medrese âlimlerinin hilâfına olarak, pek harika, tek başıyla medrese talebeliğini muhafaza edip her belâya tahammül etmiş.

Hattâ ehl-i siyaset, Üstadımın bu acip hallerini anlamadıkları için hiç alâkası olmayan bir nevi siyasete temas ettirmeye çalışmışlar. Hattâ hapislere sokmuşlar. Fakat sonra Cenâb-ı Hak, o aşk-ı ilmîyi Kur’ân’ın hakaikine bir anahtar yapmış. Bütün ehl-i ilmi ve feylesofları hayrette bırakan Risale-i Nur meydana çıkmış.

Ben de o sırada bütün hayatımda aradığım ve kendi fıtratımda ve fakat pek yüksek bulunan bu Üstadı bir ihsan-ı İlâhî olarak Kastamonu’da yanımda buldum. Âhir ömrüme kadar da buna teşekkür ediyorum.

Hem Üstadım eskiden beri izzet-i ilmiyeyi muhafaza için sadaka ve hediye gibi şeyleri kabul etmediği gibi, talebelerini de men eder.

Kimseye başını eğmez.

Hattâ harika vaziyetlerinden, harp içinde avcı hattında oturmaya ve sipere girmeye tenezzül etmeyerek izzet-i ilmiyeyi muhafaza ettiği gibi, üç dehşetli kumandana karşı kahramancasına hocalık ve haysiyet-i ilmiyeyi muhafaza için onların hiddetine karşı ehemmiyet vermeyip onları susturdu.

Onun için bu Üstadımı, bu millet ve vatanın ve Türk ulemasının pek büyük şerefini muhafaza etmek için herşeyini feda etmiş bir şahıs bildiğimden, ben de kendime hakikî üstad kabul ettim. Böyle vatan ve millete hakiki fedakâr bir Üstadınfarz-ı muhâl olarakyüz kusuru da olsa nazar-ı müsamaha ile bakıp itiraz etmemek gerektir.

Bu memleketin vatanperverleri Meşrutiyet devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri Cumhuriyette, bu Üstadın ilme ettiği fevkalâde hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir nümunesi şudur ki: Câmiü’l-Ezher sisteminde, Medresetü’z-Zehrâ namında Van vilayetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumî münasebetiyle geri kalan Şark darülfünununa İttihad ve Terakkî hükûmeti on dokuz (19) bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükûmeti de Üstadımın Dârülfünununa yüz altmış üç (163) mebusun tasdikiyle yüz elli (150) bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Câmiü’l-Ezher gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrâyı vücuda getirmeye yakın muvaffak olması gösteriyor ki, vatanperverler ve milliyetperverler dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin etmeleri lâzım ve elzemdir.

Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzât-ı ilmiyesiyle ve yüz otuza varan âsâr-ı kudsiyesinin hakaikiyle beni ilim ve iman yolunda terakki ettiren bu mümtaz allâme-i zamana sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah gidecektir.

İddia makamının beni suçlandırmak istediği ve aylardan beri tetkikat ve taharriyat neticesinde hakikatine vasıl olamadığı, dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini ihlâl edecek bir gizli cemiyetin, ne vücudu var ve ne de böyle bir cemiyetle alâkamız vardır. Yegâne alâkamız, hükûmet-i cumhuriyenin kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf heyetler tarafından icap eden hürmeti görmüş ve salâhiyettar mahkemelerde beraat kazanmış Risale-i Nurlardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil, doğrudan doğruya vatana ve millete nâfi ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun hâricinde ne bir siyasî maksat ve ne de başka bir garaz yoktur. Binaenaleyh, bu hususta da mâsumiyet ve samimiyetimiz meydanda olmakla, Denizli Mahkemesinde olduğu gibi yüksek mahkeme-i âdilenizden adaletin tecellîsiyle beraatimi talep ediyorum.



Afyon Cezaevinde mevkuf Kastamonulu



Mehmed Feyzi Pamukçu





18.12.12

Karda öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki

Bismillahirrahmanirrahim




İnsan, hem zahirperest, hem hodgâm olduğundan, zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgâmlık cihetiyle, yalnız kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna hükmeder. Halbuki, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Sâniinin esmâsına ait binlerdir.



Meselâ, kudret-i fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, mânâsız telâkki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar.



Meselâ, atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki, serçe kuşunun istidadı, o taslitle inkişaf eder.



Meselâ, “kar“ı pek bâridâne ve tatsız telâkki ederler. Halbuki, o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. (Sözler, On Sekizinci Söz)



Bediüzzaman Said Nursi

7.12.12

Bediüzzaman SAİD NURSÎ, Mesnevî-i Nûriye,HABBE/DUA

Allah'ım! Sen benim Rabbim,Halık'ım ve Mabud'um olduktan sonra, iki dünyanın hayatını da kaybetsem ve kâinat bütünüyle bana düşmanlık etse, ehemmiyet vermemeliyim. Çünkü ben Senin mahlûkun ve masnûunum. Sonsuz günahkârlığım ve insana değer kazandıran sâir güzel hasletlerden nihayetsiz uzaklığımla beraber, Senin ile bir alâka ve intisap cihetim var. İşte, Senin böyle durumdaki bir mahlûkunun lisânıyla niyâz ediyorum ey Halık'ım, ey Rabbim, ey Râzık'ım, ey Mâlik'im, ey Musavvir'im, ya Mâbud'um!


Esmâ-i Hüsnân, İsm-i Âzamın, Kur'ân-ı Hakîmin, Habîb-i Ekremin, Kelâm-ı Kadîmin, Arş-ı Âzamın ve bir milyon İhlâs Sûresi hürmetine bana merhamet et yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Hannân, yâ Mennân, yâ Deyyân!

Günahlarımı bağışla yâ Gaffâr, yâ Settâr, yâ Tevvâb, yâ Vehhâb!

Beni affet yâ Vedûd, yâ Râuf, yâ Afüvv, yâ Gafûr!

Bana lütufta bulun yâ Latîf, yâ Habîr, yâ Semi', yâ Basîr!

Günahlarımı affet yâ Halîm, yâ Alîm, yâ Kerîm, yâ Rahîm!

Bizi dosdoğru yola hidâyet et yâ Rab, yâ Samed, yâ Hâdi!

Bana fazl ve ihsanda bulun yâ Bedî, yâ Bâkî, yâ Adl, yâ Hû!

Kalbimi ve kabrimi îman ve Kur'an nûruyla canlandır yâ Nûr, yâ Hak, yâ Hayy, yâ Kayyûm, yâ Mâlike'l-Mülk, yâ Zelcelâl-i Ve'l-ikrâm, yâ Evvel, yâ Âhir, yâ Zâhir, yâ Bâtın, yâ Kaviyyü, yâ Kadir, yâ Mevlâm, yâ Gafir!

Yâ Erhâme'r-râhimîn! Kur'ân'daki İsm-i âzam ve şu âlem kitabında en büyük sırrın olan Hz. Muhammed (a.s.m.) hürmetine, bu güzel isimlerini bedenimdeki kalbime ve kabrimdeki rûhuma İsm-i Âzam'ın nurlarını akıtan pencereler eylemeni niyâz ediyorum. Bu sayfa, kabrimin tavanı; bu isimler de hakîkat güneşinin hüzmelerini rûhuma akıtan pencereler olsun.

Allah'ım! Kıyâmete kadar bu isimlerle duâ eden ebedî bir dilimin olmasını temennî ediyorum. Öyle ise şu kalıcı yazıları, benden sonra, geçici dilim yerine kabul eyle.

Allah'ım! Peygamber Efendimiz'e (a.s.m.) rahmet eyle.Öyle rahmet ki, onun hürmetine bizi bütün korku ve belâlardan kurtar. Bütün ihtiyaçlarımızı o rahmetin hürmetine yerine getir. Bütün günahlarımızı o rahmetin hürmetine temizle, o rahmetin ile bütün hatâ ve günahlarımızı bağışla.



Ey Allah'ım, ey duâlara cevap veren! Hayatım boyunca ve ben öldükten sonra, her an bu salavâtın kat katını ver. Bir milyon salât ve selâm, bir o kadarla çarpımından çıkan netice ve bunun da kat katı, Efendimiz Muhammed'e, onun Âl, Ashâb, yardımcı ve tâbîlerine olsun. Bu salavâtların herbirini benim ömür müddetimdeki günahkâr nefeslerim sayısınca çoğalt. Bu salavâtların herbirisi hürmetine beni affeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle yap, yâ Erhame'r-râhimîn. Âmin.''

ŞEMME, Mesnevî-i Nûriye, Bediüzzaman SAİD NURSİ /DUA

Allah'ım! Günahlar dilimi tuttu, emrine itaatsizliğim utancımdan ne diyeceğimi bilemez hâle getirdi, şiddetli gaflet sesimi kıstı. Rahmet kapını çalıyor ve efendim, dayanağım olan Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin Sence makbul ve kapıcın yanında tanınan sesiyle mağfiret kapında durarak şöyle sesleniyorum:

 ''Ey rahmeti herşeyi kaplayan! Ey herşeyin içyüzü ve hükümranlığı elinde olan! Ey kendisine hiçbir şey zarar vermeyen, Kendisine hiçbir şey fayda sağlamayan, Kendisini hiçbir şey mağlûp edemeyen, Kendisinden hiçbir şey gizli kalmayan, Kendisine hiçbir şey ağır gelmeyen, hiçbir şeyden yardım beklemeyen, hiçbir şey Kendisini başka birşeyle meşgul olmasından alıkoymayan, hiçbir şey Kendisine benzemeyen, hiçbir şey Kendisine âciz bırakamayan Allah'ım! Benim herşeyimi bağışla.Öyle ki, beni hesâba çekeceğin hiçbir şey kalmasın. '

'Ey her şeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında olan, ey hiçbir şey yokken var olan, ey herşeyden sonra da varlığı devam eden, ey herşeyin üstünde varlığı zâhir olan, ey herşeyden başka ve bâtın olan, ey herşeyi emri altında bulunduran Allah'ım! Benim bütün günahlarımı bağışla. Şüphesiz Senin herşeye gücün yeter.

''Ey herşeyi bilen, herşeyi kuşatan, herşeyi gören, herşeye şâhid olan, herşeyi gözetip kontrol eden, herşeye lütûfta bulunan, herşeyden haberdar olan Allah'ım! Bütün günah ve hatâlarımı bağışla! Öyleki, beni hesâba çekeceğin hiçbir şey kalmasın. Şüphesiz Senin herşeye gücün yeter. Allah'ım! Senden ayrı yaşamaktan ve bayağı arzularımdan, Senin celâlin izzetine, izzetinin celâline, saltanâtının kudretine, kudretinin saltanâtına sığınırım.

''Ey dergâhına sığınanları koruyan Allah'ım! Beni şeytânî arzulardan koru, beşerî kirlerden temizle, peygamberin olan Hz. Muhammed'in (a.s.m) candan sevgisini nasip ederek gaflet pasından, cehâletten gelen evhamlardan uzaklaştır.Öyleki benlik ve enâniyet tamamen yok olup, herşeyim Allah tarafından olsun. Böylece Allah'ın nîmeti sayesinde ihsan deryâsına dalsın, Allah'ın kılıçlarıyla yardıma mazhar olsun, Allah'ın inâyetiyle memnun olsun, Allah'tan alıkoyan herşeyden Allah'ın himâyesiyle korunmuş olsun.

 ''Ey nurların nuru, ey sırları bilen, ey gece ve gündüzü döndüren, ey herşeyi elinde bulunduran Melik, ey izzet sahibi Azîz, ey düşmanlarına galip gelen Kahhâr, ey sonsuz merhamet sahibi Rahîm, ey şefkat sahibi Vedûd, ey günahları affeden Gaffâr, ey gaybları çok iyi bilen, kalb ve gözleri halden hâle çeviren, ey kusurları örten, ey günahları bağışlayan! Günahlarımı bağışla, çareleri daralan, yüzüne karşı kapılar kapanan, doğru yolda olanların izinde yürümek kendisine güçleşen, ömür günleri tükendiği halde nefsi gaflet, günah ve faydasız amel sahalarında başıboş yaşamaya devam eden kuluna merhamet et.

''Ey dua edildiğinde cevap veren ve ey hesâbı çabuk gören! Ey keremi bol ve kullarına bağışı bol olan! Hastalığı artan şifası güçlesen, çaresiz kalan, musîbeti fazlalaşan ve Senden başka sığınak ve ümidi olmayan kuluna merhamet et. ''Allah'ım! Kederimi, üzüntümü ve şikâyetimi sadece Sana arz ediyorum. Allah'ım Tek delilim, muhtaç oluşum, hazırlığım, elimin boş olması ve çaremin tükenmişliğidir. Allah'ım! Senin cömertlik deryalarından bir damla, benim bütün ihtiyaçlarımı karşılar. Senin af dalgalarından bir zerre yeter bana.

''Ey yaratıklarına karşı çok şefkatli olan Vedûd, ey yaratıklarını çok seven Vedûd, ey yüce arşın sahibi, ey mahlûkatı yoktan yaratan ve onları öldükten sonra yeniden dirilten, ey dilediğini yapan! Arşının rükünlerini dolduran zâtının nûru hürmetine, bütün yaratıklarına galip geldiğin kudretin ve herşeyi kuşatan rahmetin hakkı için istiyorum. Senden başka ilâh yok, ey kullarının imdâdına koşan Allah'ım! Bize imdat et, ömrün boyunca işlediğim bütün günahlarımı ve dilimin sürçmelerini bağışla. Bunu rahmetinle yap, ey merhamet edenlerin en merhametlisi!

Duâmızı kabul eyle.

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun."

 Amin..Amin..Amin...

26.11.12

Sâni ile haşri itikad etmezse...........


"Ey arkadaş! Bütün lezzetler imanda olduğu gibi, bütün elemler de dalâlettedir. Bunun izahı ise: Bir şahıs, kudret-i Ezeliye tarafından, adem zulümatından şu korkunç dünya sahrasına atılırken gözünü açar, bakar. Bir lütuf beklediği zaman, birden bire, düşmanlar gibi, hastalıklar, elemler, belâlar hücum etmeye başlarlar. Bir medet, bir yardım için müsterhimâne tabiata ve anâsıra baktığı vakit, kasavet-i kalble, merhametsizikle karşılaşır. Ecram-ı semaviyeden istimdat etmek üzere başını havaya kaldırır. O ecram, atom bombaları gibi dehşetli ve heybetli halleriyle gözüne görünür. Hemen gözünü yumar, başını eğer, düşünmeye başlar. Bakar ki, hayatî hâcetleri bağırıp çağırmaya başlarlar. Bütün bütün tevahhuş ederek hemen kulaklarını tıkar, vicdanına iltica eder. Bakar ki, vicdanı, binler âmâl (emeller) ve emanî ile dolu gürültülerinden cinnet getirecek bir hale gelir. Acaba, hiçbir cihetten hiçbir tesellî çaresini bulamayan o zavallı şahıs, mebde ile meâdı, Sâni ile haşri itikad etmezse, onun o vaziyetinden Cehennem daha serin olmaz mı?"


Bediüzzaman Said Nursi

Âl-i Abâ hakkında hikmetlerden bir hikmet..

Bismillahirrahmanirrahim




Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız birtek hikmeti söylenecek. Şöyle ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali ve Hazret-i Fatıma ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle,



لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا (“Tâ ki, ey Peygamber ailesi, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapsın.” Ahzâb Sûresi, 33:33) âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız, vazife-i risalete taallûk eden bir hikmeti şudur ki:



Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ ve istikbal-bîn nazar-ı nübüvvetle, otuz kırk sene sonra Sahabeler ve Tâbiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş.



Hazret-i Ali’yi ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i tâziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı tebrik etmek ve musalâha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilân etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tâhir ve müşerref olacağını ve Ehl-i beyt ünvan-ı âlisine lâyık olacaklarını ilân etmek için, o dört şahsa, kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.



Evet, çendan Hazret-i Ali halife-i bilhak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan, ümmet nazarında tebriesi ve beraati vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in gayet fecî, ciğer-sûz hadisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheynden teberrîleri, ehl-i İslâma çok zararlı düşmüştür.



İşte bu abâ ve dua ile, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali (r.a.) ve Hazret-i Hüseyin’i mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi, Hazret-i Hasan’ı, yaptığı musalâha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin nesl-i mübareki, âlem-i İslâmda Ehl-i Beyt ünvanını alarak âli bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma وَاِنِّى اُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (“Onun ve neslinin, kovulmuş şeytanın şerrinden korunması için Sana sığındım.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:36.) diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilân ediyor.



اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ اْلاَبْرَارِ وَعَلٰى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدِينَ الْمُكْرَمِينَ اْلاَخْيَارِ اٰمِينَ (Lem'alar, On Dördüncü Lem'a)



Bediüzzaman Said Nursî



SÖZLÜK:

abâ : yünlü kumaştan yapılmış hırka

Aleyhissalâtü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun

Âl-i Abâ/Hamse-i Âl-i Abâ : Hz. Peygamber’in (a.s.m.) aile fertleri. Resulullah (a.s.m.) hırkasını kızı Hz. Fâtıma, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in üzerine örterek özel dua ettiği için bu isimle anılmıştır.

âyet : Kur’ân’ın her bir cümlesi

azîm : büyük, yüce

bahşetmek : sunmak

beraat : temize çıkma, suçsuz olduğunun anlaşılması

çendan : gerçi

ehemmiyetli : önemli

esrar : sırlar, gizli gerçekler

fitne : toplum düzeninin ve asayişinin bozulması

gayb-âşinâ : gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan

halife-i bilhak : gerçek ve doğru halife

hikmet : sebep, gaye, fayda

ilân etmek : duyurmak

istikbal-bîn : geleceği gören

musalâha : barışma

mübarek : değerli, bereketli

mühim : önemli

mümtaz : seçkin, üstün

müşahede etmek : gözlemlemek

müşerref : şerefli, değerli

nazar : bakış, görüş

nazar-ı nübüvvet : Peygamberlik bakışı

Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)

rivayet etmek : bir sözü nakletmek

Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) hayattayken gören Müslümanlar

sır : gizli gerçek

sual : soru

suret : biçim, şekil

şahsiyet : kişilik

taallûk etmek : ilgili, alâkalı olmak

Tâbiîn : Hz. Peygamberi görenleri, yani Sahabeleri gören ve onlardan ders alan Müslümanlar

tâhir : temiz

tarik : hadis veya haberin geliş yolu

tathir etmek : temizlemek

tâziye etmek : teselli etmek

tebrie etmek : beraat etmek, kusur ve noksanlıktan uzak tutmak

teselli etmek : acısını dindirmek

ümmet : Hz. Peygambere (a.s.m.) inanıp onun yolundan giden mü’minler

ünvan-ı âli : yüksek ünvan

vazife-i risalet : peygamberlik vazifesi

zürriyet : soy, nesil

17.11.12

(Sözler, İkinci Söz)

Bismillahirrahmanirrahim




بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ



İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:



Bir vakit iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin talihsiz bir tarafa, diğeri hüdâbin bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.



Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır.



Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel, şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.



Sonra döner, öteki adama rast gelir. Halini anlar. Ona der:



“Yahu, sen divane olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler zahirine aksetmiş olmalı ki, gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve talan etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al, kalbini temizle ta şu musibetli perde senin nazarından kalksın, hakikati görebilesin. Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz.”



Sonra o bedbahtın aklı başına gelir, nedamet eder. “Evet, ben işretten divane olmuştum. Allah senden razı olsun ki cehennemî bir haletten beni kurtardın” der.



Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu mânen tâzip eder.



Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler ta yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir.



Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder.



Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.



Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyle ise biz daima “Elhamdü lillâhi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-îman” demeliyiz.


Bediüzzaman Said Nursî

15.10.12

Maksudumuz sensin..Ey Mabudumuz...

Ey Rabbimiz !


İlmimizi arttır,

Hükmüne razı kıl,

Aklımıza,kalbimize tevekkülün sırrını yerleştir.

Takdirine tedbir geliştiren cahillikten uzak tut,

Kaza ve kaderine tenkidi işmam eden hallerden koru,

Mülkün her yerinde hükümran olan,ve tasarrufu mutlak hâkimiyet ve kudretini takdir edip de,kendi nefsimiz üzerindeki rububiyet icraatından gafil etme..

Kendimizi uluhiyetinden hariç zanlarımızın afeti...nden hıfz et..

Sen biz yokken bizi takdir edensin,

Suretlerimizi,had ve hudutlarımızı tayin edensin,

bizi kimseye benzetmeyen ilmin ve kudretin ve iradenin sahibisin,

gözlerimizi açan,

kulaklarımızı duyuran sensin..

bizi yedirp içiren Rezzakımız sensin..

ve herşeyimizle evvel ve ahirimiz,zahir ve batınımızla senin iken;

hangi vehimle kendimizi kendimize malik düşünebiliriz.

Affet..

hangi halimizi ve ahvalimizi gizleyebiliriz.

Tövebsizlikten,

şükürsüzlükten,

duasızlıkdan sana iltica ederiz.

Bütün kainat senin havl ve kuvvetine istinat etmiş,sürekli yaratıcılığından medet alır..

Biz nasıl kendimizi senden müstağni görebiliriz,

sonsuz arzularımızın ve ihtiyaçlarımızın daimi olan velvelesine nasıl sağır kalabilir de senin dergahi izzetine zilletimizle eğilemeyiz.Bağışla bizi..

Annelerimizin karnında karanlık torbalar içinde bizi işleyen sensin..

işlediğini isteyen sensin..

bizi bu dünyaya misafir eden sensin,

kendimizi istenmemiş,misafirliği ev sahibi tarafından davet edilmemiş olarak nasıl davranabiliriz.

Nasıl bizzat müstakil olabiliriz.

Her türlü vehim ve vesvesenin hayalat ve tasavvurat-ı acizenin külünden arındır bizi Ey Kuddüs..

Bütün kelimelerine and olsun ki;Senden başka sahibimiz yoktur..Seyyid ve melikimizde yoktur..

Leş kargaları gibi üzerimize üşüşen desiselerden,sana müteveccih fıtratımızın letaiflerin didiklenmesinden ve bizi senden ayrı düşüren fitnenin her türlüsünden san firar ediyoruz.

kabul et bizi..Ey şafkatli sahibimiz..

Ey Samed senden uzak kalmanın,istiğna gösterme zulmetlerden kurtar,muhtaciyetimiz ancak seninle felaha ulaşır.

Sen Muinimiz olmazsan biz helak oluruz..

Ey Mucip,sana sığınamayanların bile hakkı hayatını veren rahmansın..sana sığınanların hali ne kadar ikramlarla doludur..

Ey Aziz! İzzetimiz sana karşı olan zelilliğimizdir..

Ey Ganiyy! Zenginliğimiz ve şeferimiz emirlerine itaatimizdedir..



Sevgili Resulune (asm) al ve ashabına ahir zaman evlatlarından salat selam olsun..haberdar eyle..



Amin

12.10.12

Sual: Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?

Sual: Zindan-ı atâlete (kişiyi, toplumu, mânevî hapiste yaşatan tembellik ve faaliyetsizlik zindanına ) düştüğümüzün sebebi nedir?

Cevap: Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk (çok istek, arzu ve coşku ) ise matiyyesidir. (bineği, taşıyıcısıdır).

İşte, himmetiniz (ciddi gayret, çabanız) şevke binip mübareze-i hayat (hayat mücadelesi) meydanına çıktığı vakit, en evvel düşman-ı şedîd (şiddetli ve dehşetli düşman) olan yeis (ümidsizlik) rast gelir. Kuvve-i mâneviyesini (manevi kuvvetini, moral gücünü) kırar.

Siz o düşmana karşı “Ümidinizi kesmeyin.” (Zümer Sûresi ) kılıncını istimal ediniz.

■Sonra müzahemetsiz olan (zahmet ve zorluğu olmayan ) hakkın hizmetinin yerini zapteden meylüttefevvuk (başkalarına nisbetle üstünlük elde etme meyli, ) istibdadı (baskısı)hücuma başlar. Himmetin (ciddi gayret, çabanın) başına vurur, atından düşürttürür.

Siz (Allah için olunuz.) hakikatini o düşmana gönderiniz.

■Sonra da ilel-i müteselsiledeki (zincir gibi birbirine bağlı olup devam eden sebepler, illetlerin ) terettübü (birbiriyle bağlantılı olarak sıralanmasını )atlamakla müşevveş (karışık) eden aculiyet (acelecilik, sabırsızlık ) çıkar, himmetin (ciddî çaba ve gayretin) ayağını kaydırır.

Siz, “İbadette, musibette ve günahtan kaçınmakta sabırlı olun; sabır yarışında düşmanlarınızı geride bırakın; her an cihada hazırlıklı bulunun ve murabıt olun.” (Âl-i İmrân Sûresi) siper ediniz.

■Sonra da, medeni-i bittab (yaratılış îtibariyle medenî ) olduğundan ebnâ-yı cinsinin (aynı cinsin çocukları olan, aynı cinsten gelenlerin ) hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef (yükümlü) olan insanın âmâlini (emel ve arzularını ) dağıtan fikr-i infiradî (tek başına olma fikri ) ve tasavvur-u şahsî ( yalnız kendini düşünme ) karşı çıkar.

Siz de, “İnsanların en hayırlısı onlara faydalı olandır.” (Keşfü’l-Hafâ) olan mücahid-i âlî-himmeti (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) mübarezesine (karşı koyma, çarpışmaya) çıkarınız.

■Sonra, başkasının tekâsülünden (üşenme, tembelliğinden) görenek fırsat bulup, hücum edip belini kırar.

Siz de “Tevekkül etmek isteyenler, sadece Allah’a tevekkül etsinler “başkalarına değil.” (İbrahim Sûresi) olan hısn-ı hasîni (çok sağlam ve güvenli kaleyi ) himmete (ciddî çaba ve gayretinize ) melce ( sığınak) ediniz.

■Sonra da acz ve nefsin itimatsızlığından neş’et eden (doğan, meydana gelen) ve işi birbirine bırakmak olan düşman-ı gaddar (gaddar ve acımasız düşman) geliyor. Himmetin (ciddi çaba, gayretin) elini tutup oturtturur.

Siz de, “Siz doğru yolda oldukça, sapıtmış olanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi) olan hakikat-i şâhikayı (çok yüce ve yüksek hakikati ) üzerine çıkarınız. Tâ, o düşmanın eli o himmetin (ciddi gayret ve çabanın) dâmenine (eteğine) yetişmesin.

■Sonra, Allah’ın vazifesine müdahale etmek olan dinsiz düşman gelir; himmetin yüzünü tokatlar, gözünü kör eder.

Siz de, “Efendine efendi olmaya çalışma” “Emrolunduğun gibi dos doğru ol.” (Şûrâ Sûresi) olan kâr-aşina (iş bilir, işten anlar) ve vazifeşinas (vazifesini, işini dikkatli yapan, işine bağlı ) olan hakikati gönderiniz. Ta onun haddini bildirsin.

■Sonra, umum meşakkatin (güçlük, zorluk, sıkıntının) anası ve umum rezaletin (alçaklığın) yuvası olan meylürrahat (rahatlığa meyil ) geliyor. Himmeti kaydeder,(elini-kolunu bağlar) zindan-ı sefalete (sefillik zindanına ) atar.

Siz de,“İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Sûresi) olan mücâhid-i âlicenabı (yüksek gayret sahibi mücâhidi ) o cellâd-ı sehhara (büyüleyici cellâda) gönderiniz.

Evet, “Size meşakkatte (güçlük, zorluk, sıkıntıda ) büyük rahat var. Zira, fıtratı (yaratılışı, miza ve karakteri) müteheyyiç (heyecanlı, coşkulu ) olan insanın rahatı yalnız sa’y (çalışıp çabalamasında ) ve cidaldedir.” (mücadelesindedir)…….

Bediüzzaman Said Nursi / Münâzarat



.

8.10.12

Ey insan! Senin dayanağın ancak Allah’a imandır

Bismillahirrahmanirrahim




İmanın istinad ve istimdat noktalarını hâvi olmasından, “Elhamdü lillâh” demesi iktiza eder.



Evet, nev-i beşer, aczi ve düşmanların kesreti dolayısıyla dayanacak bir nokta-i istinada muhtaçtır ki, düşmanlarını def için o noktaya iltica etsin.

Ve kezâ, kesret-i hâcât ve şiddet-i fakr dolayısıyla da istimdat edecek bir nokta-i istimdada muhtaçtır ki, onun yardımıyla ihtiyaçlarını def etsin.



Ey insan! Senin nokta-i istinadın ancak ve ancak Allah’a olan imandır. Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdat ise ancak âhirete olan imandır. Binaenaleyh, bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder, vicdanı daima muazzep olur.



Lâkin, birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdat eden adam, kalben ve ruhen pek çok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki, hem mütesellî, hem vicdanı mutmain olur. (Şualar, Yirmi Dokuzuncu Lem’adan İkinci Bab)



Bediüzzaman Said Nursi



31.5.12

Nefs Üzerine..


Hayatın başına ne gelirse gelsin insanın en mühim meselesi safını belirlemesi ve istikamet çizgisini kaybetmemesi üzerindedir.

Bu zorlu yolculuk ve etkili uğraşlar insanda bulunan zayıf noktalara temas ettiğinde tesirli olabilmektedir.

Çünkü insan gayet aciz ve zayıf bir varlıktır. Üstadımız Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi Cismi bir mikroba mağlup olabildiği gibi başına gelen edna bir şeyle sersemleşebilir.

Bu zaaf ve acziyet ve muvaffakiyetsizlik ona bir çile için verilmemiş..Yine üstadımızın ifade ettiği gibi aczin ve fakrın kanatlarıyla makam-ı ala-yı ubudiyyete uçmaktır.Ubudiyet ise kul ile mabud arasında en yüksek bağlantıdır.

Kulun kendini ihlâs ve ubudiyet ile mabuduna sevdirmesi, insan için en yüksek değer olan Rabbi tarafından sevilmesine sebeptir.

Evet, adeta bütün noksanlıklar Allah’ın tamamlaması için vardır. İltica kapıları bunlar için açıktır.

Dua ve ubudiyet muhtaç olunan şeylerin ikmal edilmesi, hacetlerin giderilmesi, kalp ruhun sığınma meylinin bir tahassüngahda güven bulması, kalplerin ancak O’nun zikriyle mutmain olması, insanın ihtiyaç dairesinin genişliği ve bütün bu dairenin kudretli ve merhametli bir iradenin tasarrufuna amadeliği, sadece Rabbi ile mahlûku arasındaki irtibatı tesis etmek ve bu tesis edilen rabıtanın ebedi âlemdeki inşasına zemin hazırlamakla ilgilidir.

Nefsin vaziyeti ve hastalıkları, zaaf ve ölçme şekli, etkileşimi ve tepkileri, yorum özelliği ve vaziyetinin acz ve fakr içerisindeki konumunun okunması, maksad ve matlaplarına olan uzaklığı ve dünyanın içindekilerle beraber faniliği, zevklerin geçiciliği, nimetlerin zevali, hevanın belası ve asla faniye ve faniliklere razı olmayan bir vicdanın feryadı, ruhun ihtazazatı, kuvvetli ve sağlam bir istinatgahı fıtrata arattırıyor.

Ki bulsun ebedi olarak elemlerden kurtulsun…

İşte nefsimizin mahiyetinden bazı başlıklar;

Nefis, zıtları birbirinden tevlid eder (Mesnevî-i Nuriye)



Nefis, aleyhte olan her bir şeyi lehte zanneder. Nefis, mükâfatı gördüğü zaman "Keşke ben de öyle yapaydım, böyle olaydım" der. Mücâzâtın şiddetini de gördüğü vakit, teâmî ve inkârla kendisini tesellî eder. (Mesnevî-i Nuriye)

Nefis, tembellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden, tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temennî eder. Sonra mülâhaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. (Mesnevî-i Nuriye)



Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça, hakikat güneşinin görünmesine mâni bir hicap olur.( Mesnevî-i Nuriye -Katre)



Nefis, kendisini kader ve sıfât-ı İlâhiyenin tecelliyat dairesinden hariç addeder.

Nefis, devekuşu gibidir. Şeytan Sofestâî, hevâ da Bektâşîdir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i emmâre, devekuşu gibi aleyhine olan şeyi lehine zanneder. Veya Sofestâî gibi münakaşa edenleridir ki, vekilleri birbirini reddeder. Teâruzan, tesâkutan kabilinden, "Hiçbirisi de hak değildir" diye hükmeder.( Mesnevî-i Nuriye)



• Gafil nefis, âhireti dünyanın bitişiğinde ve dünyayla bağlı bir menzil zannediyor. Bu itibarla nefsin elinde iki silâh vardır. Dünyanın zeval ve fenasının eleminden kurtulmak için âhireti düşünmekle ümitvar olur. Âhiret için lâzım olan a'mâl külfetine gelince, gaflet veya tegafül ile ondan da kendisini kurtarır. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. (Mesnevî-i Nuriye)



• Nefis, Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor.(Mektubat)



• Nefis, ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler.(23.Söz)



• Şeytanın mühim bir desisesi, insana kusurunu itiraf ettirmemektir-tâ ki istiğfar ve istiâze yolunu kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enâniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin, adeta taksirattan takdis etsin.(On Üçüncü Lem'a)



• Nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir. Ondan, bir nevi rububiyet dâvâ eder; mâbuduna karşı adâvetkârâne bir isyanı taşır.(29.Mektup)



• Nefis, Vâcibü'l-Vücudun ef'âlini fiillerine benzetemiyor. Hakikatini fehmetmekte akıl m ütehayyir kalıyor. Fiili fâilsiz zannediyor.(Mesnevî-i Nuriye – Zerre)



• Nefis, kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalâtadan utandırıyor.



• Nefis, daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor.( Mesnevî-i Nuriye – Habbe)



• Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var.(17.Lem’a 7.Nota)



• Mâlik-i Hakikîden gaflet, nefsin firavunluğuna sebep olur.



• Nefis, nefsine mâlik olmadığı gibi, cismine de mâlik değildir.( Mesnevî-i Nuriye)



• Ve keza, seni nefsini sevmeye sevk eden esbab:



1. Bütün lezzetlerin mahzeni nefistir.



2.Vücudun merkezi ve menfaatin madeni nefistir.



3. İnsana en karib (yakın) nefistir. (Mesnevî-i Nuriye)



• Hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir, bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder.



• Nefis ve hevâ ve his ve vehim bazan aldatıyorlar.(Yirmi Birinci Lem'a)



• Nefis, mütekebbir, mütemerrid serkeş, müftehir, mağrur, ucüblü, riyakârdır.( Mesnevî-i Nuriye – Hubâb)



• Nefis, şu dünya hayatına müştak ve mevtten kaçar.( Yirmi Altıncı Söz)



• Nefis, kendinde gördüğü nimet-i İlâhiyeyi kendi malı tevehhüm ederek gurura, iftihâra, temeddühe başlar.( Yirmi Sekizinci Lem'a)



• Hem insanda madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar; çok vakit imanını rencide etmek için, gafletinden istifade ederek, çok hileleri ederler, şüphe ve vesveselerle iman nurunu kaparlar.(Yirmi Altıncı Mektup)



• Nefs-i emmâre, tahrip ve şer cihetinde nihayetsiz cinayet işleyebilir. Fakat icad ve hayırda iktidarı pek azdır ve cüz'îdir.( Yirmi Üçüncü Söz)



• Şeytanın talebesi olan Nefs-i emâre cismin küçüklüğünü san'atın küçüklüğüne atfetmekle, esbabdan sudûrunu tecviz ediyor. (Mesnevî- Nuriye - Onuncu Risale)

Evet bütün bu olumsuz özellikleri,aleyhimizde olan şeyleri lehimize çevirmek ancak Allah’ın yardımıyla mümkündür..

İ’lem Eyyühel-Aziz! لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ cümle-i mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü'min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatiyet, hayvaniyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahaza havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır. Binaenaleyh bu cümle, teselli-bahş olup şümulü dâhilinde olan makamlara göre tefsir edilir. Meselâ:

1- لاَ حَوْلَ عَنِ الْعَدَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْوُجُودِ Ademden çıkıp vücuda gelmek.

2- لاَ حَوْلَ عَنِ الزَّوَالِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْبَقَاءِ Zevale gitmeyip bekada kalmak.

3- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَضَرَّةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النَّفْعِ Mazarratı def', menfaati celb.

4- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَصَائِبِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْمَطَالِبِ Musibetten uzak olup, matluba nâil olmak.

5- لاَ حَوْلَ عَنِ الْمَعَاصِى وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى الْعِبَادَةِ Maâsiye düşmemek, ibadete devam etmek.

6- لاَ حَوْلَ عَنِ النِّقَمِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النِّعْمَةِ Azaba maruz kalmamak,

nimete mazhar olmak.

7- لاَ حَوْلَ عَنِ الظّ لْمَةِ وَ لاَ قُوَّةَ عَلَى النُّورِ Zulmete düşmemek, nur ile tenevvür etmek.

Ve hâkeza her bir makamda insanın letaifine göre takyid ve tefsir edilebilir.

Evet;

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm”

“Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah’ın yardımıyla elde edilir.”



Selam ve Dua